ARYA-fm RADİO |
|
|
|
|
|
|
|
|
Lithograph. Naples 1818. [ "He was magnificently attired in the Koordish taste: his gown was of a rich, flowered, gold Indian stuff; he had a superb Cashmere shawl ornamented with gold fringe on his head, put on in a wild loose manner; his upper dress was a capot, or cloak, of crimson Venetian cloth, with rich gold fogs, or bosses, on it...I could see he was well aware of the advantages of his person.", Narative of a Residence in Koordistan by Claudius James Rich, Esq. London, 1863. --- The Kurdish Museum ---] |
 |
5000 years of Kurdish History (5 bin Yıllık Kürt Tarihi)
Baladhuriİslam tarihçisi Baladhuri (Ahmad ibn Yahya al-Baladhuri), batılı araştırmacıların tümünün esas aldığı güvenilir bir “vakanüvis” veya bir Arab tarihçisi idi. Ünlü İslam tarihçisi Baladhuri (...?-897), “Kitab futuh el-Buldan” (M.S. 851) adlı eserinde; 645 yılındaki Arap/İslam fetihlerini anarken, yerli kaynaklara da dayanarak, Arap ordusunun İslam Halifesi Omar zamanında başlayan İran istilası, Qadissiya Savaşından sonra bir çorap söküğü gibi giderken, Azerbaycan’ın Başkenti Ardavil (Ardabil) direniş kararı aldı. Bu bölge, o zamanlar nüfus bakımından neredeyse tamamen Kürtler’in hakimiyetindeydi. Fakat Araplar, Ardavil’in valisini kendileri tayin edeceklerdi. Al-Kufa’ya vali olarak tayin edilen al-Muğriba ibn Şu’ba, Halife ‘Umar’dan; Hudhaifa ibn-al-Yaman’a, Adharbaycan’a vali olarak tayin edildiğine dair bir mektup getirir. Bu vali Eyalet’in başkenti olan Hazar Denizi’nin yakınındaki Ardabil’e kadar ilerler. Fakat Eyalet valisi (o zamanki İran’da marzban deniyordu valiye) halk milisleri kurup bu haraççı yabancılara karşı müthiş bir direnişe geçti. Milisler tamamen Kürtlerden oluşuyorlardı. Uzun direnişlerden sonra yerli vali ile müstevliler arasında bir antlaşma imzalandı. Buna göre Adharbaycan’lılar Araplar’a 800.000 dirhem vergi ödeyeceklerdi. Buna karşılık Araplar hiç bir Kürd’ü esir almayacak, öldürmeyecek, Ateş Mabedleri’nden hiçbirini yakıp yıkmayacaktı. Kürtler danslarını (ki bunlar kısmen semah idi) serbestçe icra edecekti. Umar bu antlaşmadan memnun olmamış olacaktı ki al-Yaman’ı görevden aldı onun yerine as-Sulami’yi vali olarak atadı. Bu vali hemen bir bahane uydurdu ve halka saldırdı. Direnenleri ezdi, mallarını talan etti. Dördüncü Halife ’Ali ibn-abu-Talib (Hz Ali) ise bunu da beğenmedi. Bir yandan al-Aş’ath’ı bölge valisi olarak tayin ederken, öte yandan da bölgesel Başkent olan Ardabil’e bir kısım Arab’ı yerleştirerek halkı assimile etmeye çalıştı. Artık düzenli siciller tutuluyor, maaşlılar tayin ediliyordu. Ali’nin bu valisi Kürt insanının o zamanki kalbi olan Ardabil’de ilk camiyi inşa eden istilacı olarak tarihe geçecekti. Fakat Araplar’ın tüm gayretlerine rağmen, İbn Hawkal’ın, “Kıtâb ul masâlik wal mamâlik” adlı eserinde kaydettiği gibi; Hicri 4. asırda Azerbaycan’da hala sayısız ateş mabedi vardı. Bunları “Kitab futuh el-Buldan adlı eserinde kaydeden Baladhuri Kürtlerin Araplar’a karşı koyup büyük direniş gösterip savaştıklarını yazmaktadır. Arab İstilası’nın devamında, Tabari ve Baladhuri’ye göre, bu kez Habîb ibn Maslama şu anda gözeleri Ermenistan topraklarında bulunan “Nahr al-Akrâd =Kürdler’in Nehri”ni geçerek Dvin veya Dabib Ovası’na vardı (643 Hicri). Otoritelerin mesela Ermeni kaynağı; Faustus of Byzantium, III’ün bildirdiğine göre, ki güvenilir olarak kabul ediliyor, bu nehir günümüzün Garni Nehri’dir (Balâdhurî, sayfa. 200, Tabari, I, 2674). Not: Ünlü Arap tarihçi Baladhuri 645 yılında Azerbaycanda bulunan Tebriz ve Ardabil şehirlerinde Kürtlerin yaşadığını ve şehirlerin Kürtlerin elinde olduğunu yazmış. Göç ve asimilasyonlar olmadan önce Güney Azerbaycan şehirleri Kürt bölgesiydi. Azeri denen halk daha sonraları oralara yerleştirilmiştir.Ferdowsi935 yıllarında İran’ın horsadan şehrinde doğan ve 1026’da ölen ünlü Fars roman şairi Firdowsi (Hakim Abu al-Qasim Firdowsi), “Şahname” (Shahnama) adlı ünlü eserinde Kürt-Sasani savaşından bahsetmektedir. Ünlü Fars şair Firdevsi (Ferdowsi Tousi, Firdausi, Ferdosi veya Ferdusi)), eserinde M.S. 226 yılında Kürt Kral Madîg ile Sasani Kralı Ardeşir I. arasında geçen bir savaşı nakleder (Shahnama, Volume 6, Chapters 61,71,72). Şeref Han, Şahnamede Urfanın kahraman karakteri olarak geçen Rüstem bin Zal’in (yani Zal oğlu Rustem) Firdevsi’nin Şahnamesi’nde ona Rustem-i Kürd denildiğini aktarır. Thomas Artsruni9. /10. yüzyılları arasında yaşayan Ermeni tarihçisi Thomas Artsruni’nin eserinde “Korduk” (Kürdistan) adına rastlamaktayız. Thomas Artsruni’nin aktardığı bir rivayette Hz. Nuh’un gemisinin dünyanın ortası olarak tanımlanan “Korduk Dağları”nda karaya oturduğu söylenmektedir. Artsruni’nin aktardığı bu rivayet çevirenin notuna göre Eusebius’un Chronicle’sinde de mevcuttur. Thomas Artsruninin aktardığı başka bir rivayete veya kendisinin açıklamasına göre Zaza adı Zaza bölgesine üvey kardeşi Esarhaddon tarafından M.Ö. 681 yıllarında mahlup edildikten sonar yerleşen Asur Kralı Sennacherib’in oğlu Sanasar’ın adından geliyor (Bknz, Thomas Artsruni, History of the House of the Artsrunik, Robert W. Thomson çevirisi, Detroit, sayfa 81, 1985). Kaşgarlı Mahmut Kaşgarlı Mahmut, 1008'de Doğu Türkistan'ın Kaşgâr şehrinde dünyaya gelmiştir. Medreselerde tahsil gördükten sonra kendisini Türk dili tetkikatına vakfetmiştir. Bu amaçla Orta Asya'yı boydan boya kat ederek Anadolu'ya oradan da Bağdat'a gitmiş, Divânü Lügati't-Türk, Kaşgârlı Mahmut tarafından 25 Ocak 1072'de yazmaya başlanmış ve 10 Şubat 1074’te bitirilmiştir. Kitabın asıl nüshası bu gün Ayasofya Müzesi'nde muhafaza edilmektedir. Kitabın Uygurca çevirisi ancak 1978'de yapılabilmiştir. Mahmut, Kaşgar'a dönmüş ve 1105'de vefat etmiştir. Kaşgarlı Mahmut'un 1074'te yaptığı haritada Kürtlerin ülkesi Arapça olarak “Erdu'l-Ekrad” diye kaydedilmiştir ki bu “Kürtlerin Memleketi” anlamına gelir. Fakat en azından Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Kürtlerin ülkesi için Kürdistan adının kullanıldığını biliniyor. Yakut İbn HamaviÜnlü Suriyeli Arap coğrafyacı Yakut İbn Hamavi 1179-1229 yılları arasında yaşamıştır. Aynı zamanda tarihçi, etnografist ve coğrafyacı olan Yakut'un “Mücem ül-Buldan” adlı eseri coğrafik sözlük olup, tarihsel, biyografik ve kültürel bilgiler içermektedir. Coğrafyacı Yakut İbn Hamavi eserinde şu an İran ve Irak arasında yaşayan Feyli Kürtleri olarak bilinen halkdan bahseder: “Feyliler, İran ve Irakı ayıran dağlar arasında yaşarlar. Üstelik fil kadar büyüktürler” diye yazmış. Yakut El Hamavi 12. yüzyılda Kürt Krallığı Sophene’nin başkenti Arsamosata kentinin %’inin Ermeniler tarafından meskun tutulmuş olduğunu yazmıştır. Buradan yola çıkarak geriye kalan 70-75%’ininde Zaza Kürtleri tarafından mesken tutulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Bunun yanısıra Ermeni krallarının Ermeni asimilasyonuda hesaba katıldığında; ilk kurulduğu yıllarda Kürt kenti olduğu da söylenebilir. Marco Polo

1254-1324 yılları arasında Venedikte doğmuş ve ölmüş olan ünlü İtalyan gezgin Marco Polo, Batıdan, Uzakdoğuya kadar seyahat etmiş ilk batılı olmuştur. Yaptığı seyahat, Batı dünyasının Doğu ve Uzakdoğu ile ilk gerçek tanışmasıdır. Dünyada ilk “dünya turu” yapan kişi olarak tanınan Polo; Ortaçağ’ın en büyük gezginlerindendir. Polo, Büyük Cengiz Han’ın torunu olan Moğol kağanı Kubilay Han'ın sarayını ziyaret etmiş ve daha sonra da onun emrinde 17 yıl çalışmıştır. Deniz yolculuğuyla İtalyadan; Akdenize, ordan Ortadoğuya geçmiş. Sonra İranın güneydoğusundan; Çin’in, Beijing şehrine ulaşmış. Daha sonra Vietnam, Sumatraya, Sri Lanka, Hindistana geçmiş. Geri dönerken İran, Karadeniz ve son olarakda Akdenizi geçip İtalyanın Venedik şehrine 1295’de geri dönmüş. Polo'nun yolculuğunu anlattığı kitabı yüzyıllar boyunca Avrupalıları aydınlatmıştı. Marco Polo, Çin’e giderken Musul’da Kürtlerle tanışmış. Ünlü gezgin, Kürtler ve Kürdistan hakkında öğrendiği değerli bilgilerini kitabında aktarmaktadır. 1272’de Marco Polo “Musul Krallığı” adlı bölümde şöyle yazmıştır: Musul’un dağlık bölgelerinde “KÜRDLER” adında bir kavim vardır. Bazıları Hiristiyan olup Jacobit ve Nasturi mezhebine mensuplar ve diğerleri Muhammadandır (Müslüman). Ama fena bir jenerasyondurlar; tüccarları yağmalamaktan keyif alıyorlar. Bu eyalete (Musul) yakın olan Muş ve Mardinde Kürtlerin çok kaliteli pamuk ipliği ürettiklerini ve bunlardan bir çok elbise ve kumaş ürettiklerini yazmış. İnsanların esnaf, zanaatçı ve tüccar olduklarını ve Tartar kralına tabi olduklarını yazmış (Seyahatlar, I.vi). İngilizce metni: Volume I, Chapter V: There is yet another race of people who inhabit the mountains in that quarter and are called CURDS. Some of them are Christians, and some of them are Saracens; but they are an evil generation, whose delight is to plunder merchants. [Near this province is another called MUS and MERDIN, producing an immense quantity of cotton, from which they make a great deal of buckram and other cloth. The people are craftsmen and traders, and all are subject to the Tartar King. Polo bu sefer Persia’nın büyük bir ülke olduğunu ve içinde sekiz krallık barındırdığını yazmış. Bu krallıklar arasında “Kürdistan” adınıda saymaktakdır. İngilizce metni: Volume I, Chapter XV: Now you must know that Persia is very great country, and it contains eight kingdoms. I will tell you the names of all. The first kingdom is that at the beginning of Persia and it is called CASVIN; the second is further to the south, and is called CURDISTAN; the third is LOR; the fourth SUOLSTAN, the fifth ISTANID; the sixth SERAZY; the seventh SONCARA; the eigth TUNOCAIN which is at the further extremity of Persia. Hamdullah Al-Mustaufi Al-Qazwiniİranlı İslami yazar Hamdullah Al-Mustaufi Al-Qazwini, Tahran, Kazvin'de doğarak yine aynı yerde 1340'da ölmüştür. Hamdullah Al-Mustaufi Al-Qazwini kozmografya ile coğrafyaya meraklı bir bilgin olarak derlediği Nuzhat al-Qulub (Nezhetü'l Kulub) başlıklı Farsça eserini 740 (1339-1340) yılında tamamlamıştır. Çeşitli kaynaklardan toplanan bilgiler ile meydana getirdiği “Nuzhat al-Qulub” (Kalbin Gezisi) adlı eserinde Kürdistandan ve Kürdistan’ın 16 eyalete ayrıldığınından bahsetmektedir. Kanûnî Sultan SüleymanKanûnî Sultan Süleyman 27 Nisan 1495’de Trabzon'da doğdu. Babası Yavuz Sultan Selim, annesi Hafsa Hatun'dur. Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın Frençe kralına yazdığı mektupta “Kürdistan” kelimesini kullanmaktadır. Kanûnî, azamet ve haşmetini ifade eden şu mektubunu, Fransa Kralı I. Faransuvaya yazmıştı : Ben ki, Akdenizin ve Karadenizin ve Rumelinin ve Anadolunun ve Karaman ve Rumun ve Dulkadir Vilayetinin ve Diyarbekirin ve Kürdistanın ve Azerbaycanın ve Acemin ve Şam ve Halebin ve Mısırın ve Mekkenin ve Medinenin ve Kudüsün ve bütün Arap diyarının ve Yemenin ve ecdadımın fethettikleri daha birçok diyarın Sultanı ve Padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Hanım; sen ki Frençe Vilayetinin kralı Françeskosun... İdris-i Bitlisî 15. yüzyıl Osmanlı âlim ve devlet adamlarından İdris-i Bitlisî adından da anlaşılabileceği gibi Bitlis’te doğdu, fakat doğum târihi belli değildir. İdris-i Bitlisî’nin babası soylu Kürt ailelerinden Alim ve Mevlânâ Şeyh Hüsâmeddîn Ali Bitlisî’ydi. Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın dîvânında uzun zaman nişancılık (Padişah divanı üyeliği) yaptı. Şah İsmail, Tebriz’i fethederek Akkoyunlu devletini yıkınca İdris de Osmanlı Sultanı İkinci Beyazıd Han tarafından İstanbul’a dâvet edildi. İdrisi, Osmanlı ülkesine gidip İstanbul’da II. Beyazıd’la görüştü. Padişah bu Kürt din âlimine büyük saygı gösterip ona önemli vazifeler verdi. Arap ve Acem kazaskerliğine tâyin etti (Osmanlı döneminde mahkemelerin en yetkilisi) ve ondan bir Osmanlı târihi yazmasını istedi. O da bu emir gerçekleştirerek 80.000 beyitlik Heşt-Behişt (Sekiz Cennet) adında Farsça bir eser sunar. İdris, Osmanlı’nın ilk sekiz padişahının hayatını anlatan Heşt Behişt (Sekiz Cennet) adlı ünlü eserini yazarak Sultan’a sundu. Büyük Alim Şeyh İdrisi Bitlisi Heşt Bihişt adlı kitabında şöyle der: “Tebriz’in fethinden dönüşümüzde Yavuz Sultan Selim bana, Kürdistan’ın çeşitli yerlerindeki Kürd beyleri ve emirleri ile görüşmemi ve onların hepsine, Osmanlı bayraĝı altında, Osmanlı hükumetine boyun eĝmelerini söylememi emretti. Bu sıralarda Kürdistan; Tebriz yakınlarından Malatya’ya kadar, güneyde Musul’a kadar yayılıyordu. Ancak bu yoldaki çalışmalarımız istenilen sonuca ulaşamadı.” Yaşadığı asrın ileri gelen âlimlerinden olan İdris-i Bitlisî’nin sohbetlerine pâdişâhlar, devlet ileri gelenleri büyük ilgi gösterirlerdi. Bir müddet Yavuz Sultan Selim Hanın sohbet arkadaşlığını yaptı. 1520 (H.926) senesinde Yavuz Sultan Selim’in vefât ettiği sene vefât etti. Nicolas de NicolayNicolas de Nicolay 1517-1583 yılları arasında yaşamış Fransız gezgini, haritacı ve polis şefidir. Avrupaya bir çok geziler yapan Nicolas de Nicolay Fransız Kralı Henri II tarafından saray coğrafyacısı olarak atanıp Türkiyeye yollanır ve 1558’de Anaodolu gezisini tamamlar. Seyahatlarından birinde Ermenistandan bahseder. Ermenistanın Asya’da bir bölgede olduğunu ve bu bölgede Ararat (Ağrı) dağının olduğunu anlatır. Ararat dağının diğer bir adıyla Gordian dağı olduğunu yazar. Hz. Nuh’un gemisinin de bu dağın tepesinde yattığını söyler (Nicolas de Nicolay, 1558, The Nauigations into Turkie, s. 134). Şeref HanBitlis Kürt Hükümdarı, tarihçi, yönetici, yazar ve araştırmacı Şeref Han tarafından 1597 tarihinde Farsça olarak yazılmış olan Şerefname, bir Kürt tarafından Kürt tarihi hakkında yazılmış en eski eserdir. Şeref Han (Şeref-Xan), Şemseddin Han'ın oğlu ve Osmanlılarla 1514'te ittifak andlaşmasını imzalıyan ünlü Şeref Han'ın torunudur.  Beş bölümden oluşan bu dev eserin giriş bölümü; *Kürt toplulukları ve durumlarının açıklanması hakında, *Birinci Safha; Kürdistan’ın Saltanat bayrağını bağımsız olarak yükselten ve tarihçiler tarafından sultanlar ve krallar arasına dahil edilen hükümdarlar hakkında, *İkinci Safha; Saltanat ve bağımsızlık iddiasında bulunmamakla birlikte bazen kendi adlarına hutbe okutmuş ve para bastırmış Kürdistan hükümdarları hakkında, *Üçüncü Safha; Kürdistan’ın diğer beyleri ve hükümdarları hakkında, *Dördüncü Safha ise; Bitlis Hükümdarları hakkındadır. Bitlis hükümdarlarının ünvanları “Emir” veya “Hakim” olarak geçer Şerefname yazarı Bitlis Emiri Şerefhan’a göre, Kürdistan adının bu bölgeye verilmesi çok eski zamanlara dayanır ve Dersim ile yöresini kapsar. 1576'da Kürtlerin ilk tarihini yazan Şeref Han'a göre de Eyyubiler bir Kürt devletidir. Kürt-Osmanlı Andlaşması'nın mimarı Mevlana İdris'tir. Bu anlaşmayı kabul eden ve gerekli bulan Yavuz Sultan Selim'dir. İkisi de 1520'de maalesef ölmüşlerdir. Sultan Selim, Mevlana İdris'e; “-Git Kürdistan beylerini ve emirlerini topla, kendi aralarında bir beylerbeyi seçsinler” demişti. Mevlana İdris ise, Kürt beylerini çok iyi tanıdığı için kestirmeden bir beylerbeyi Sultan'dan istemiş ve Bıyıklı Mehmet Paşa'yı tavsiye ederek bu işi noktalamış idi. Diyarbakırlı bir Kürt olan Bıyıklı Mehmed Paşa'da Beylerbeyi (Mirimiran) oldu fakat çok erken gitti ve bundan sonra “Kürdistan Eyaleti Başkenti'ne” Makedonlu komutanlar gelmeye başladı. Evliya ÇelebiEvliya Çelebi 1611 yılında İstanbul doğdu. Osmanlı gezgini Evliya Çelebi (Derviş Mehmed Zilli) 1640’lardan başlayarak 50 yılı kapsayan süre içinde seyyah olarak dolaşmış ve gezdiği yerlerde toplumların yaşam tarzlarını ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapıp bu bilgileri eserinde aktarmıştır. Eseri 10 ciltlik Seyahatnamedir. 1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır. Evliya Çelebi ünlü Seyahatnamesin de Kürdistanı anlatırken şöyle diyor; “Kürdistan; Van, Hakkari, Erzurum, Diyarbekir, Cizire, İmadiye, Musul (Kerkük te bu vilatyete bağlıydı o dönemde), Şarezor ve Ardelan’dan Bağdat’a kadar uzanmaktadır.”Evliya Çelebi, Erzurumdaki Hınıs kalesi’ni anlatırken; “Bu kalenin içinde bin iki yüz hane Kürt oturur”demektedir. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde, Kürtçeden ve Kürtçenin lehçelerinden söz eder. Kürtçenin zengin ve kadim bir dil olduğunu; Farsça, İbranice ve Dericeden ayrı olduğunu vurgular. Kürt kültürünün en gelişdiği şehrin ise Diyar-i bekir olduğunu yazmış. Seyahatnamesine, Kürtçe bir kaç şiirde eklemiş. Yakın Çağda KürtlerKürt tarihi dünyadaki en eski tarihlerdendir. Not: Bu çalışma Tirigan’a aittir. Yazarın adı kaynak gösterilemezse yayınlanamaz
aynakça
Bender Cemşid; Kürt Tarihi ve uygarlığı, İstanbul, 1992, Cyril Toumanoff , Studies In Christian Caucasian History, 1963, G.R. Driver in JRAS 1923, "The Name Kurd and its Philological Connections, Nicholas Adontz, Armenia In The Period Of Justınıan, 1970, Evliya Çelebi, Seyahatname, Moses Khorenatsi, History Of The Armenians, Robert W. Thomson çevirisi, Speiser 1930: "Mesopotamian Origins, The Basic Population of the Near East,” by Şeref Han, Şerefname, 1597, M. E. Bozarslan çevirisi, Thomas Artsruni, History Of The House Of The Artsrunik, R. W. Thomson çevirisi, 1985 E.A.Speiser, Philadelphia/ London. p.101 f.: Elucidates the Indo-European origin of Gutians, Honigman 2003: "Just Imagine..." By Gerald A. Honigman, Israel Hasbara Committee leaflet, 27, Jensen 1996: "History Of Turkish Occupation Of Northern Kurdistan," Eric Jensen, Poli. Sci. (Third World Politics), Howorth 1901: "The Early History of Babylonia", Henry H. Howorth, The English Historical Review, Vol. 16, No. 61 (Jan. 1901), p.1-34,
==ANTİK KÜRT TARİHİ== Kürtler tarih boyunca bir çok krallık, devlet ve beylik kurmuştur. Milattan önceki tarihlerde Mezopotamya’da tarih sahnesine çıkmış birçok topluluğun Kürt olması büyük ihtimaldir. Mesela isimleri tarihlerde anılan; Subarlar,Guti,Lulu, Kusi, Kassit, Mitaniler, Mannai, Urartu, Cyrtii (Kyrti/Kur-ti-i, Kimmer, Kardu, Med v.s. gibi kavimlerin çoğu Kürddür. Etimolojik olarak incelendiğinde bugünkü Kürtlerin atalarından bahsedildiği çok açıktır. ==YUNANLI KSENEFON VE ANLATIMLARI == Günü Gününe Onbinlerin Kürdistan'dan Geçişi Kürdistan’a giriş tarihleri Milattan önce 14 Kasım 401 idi. 20 Kasım’a kadar Kürdistan içerisinde yol alan Ksenefonun ordusu, 21 Kasımda Kendriti Nehri denilen bugünkü Botan çayına ulaştı. Grillos’un oğlu, Diodoradan doğma Tarihçi ve filozof Xenophon veya Ksenefon Milattan önce 431 yılı civarında Atina yakınlarındaki Erxieon’da doğdu. Yunanca Sokrates olarak telaffuz edilen filozof Sokrates’in öğrencisi idi. Ünlü filozof ve tarihçi olan Atinalı Ksenophon (M.Ö.430-355) Anabasis (sefer) adlı eserinde(6) yaşanan olayların yanı sıra geçtiği bölgelerde yaşayan halklar konusunda birçok bilgiler verir . Pers İmparatorluğunun Batı Anadolu valisi olan Kiros/Keyhüsrev’in babası Pers kralı Darius (Kürdçe DARA) ölmüş. Büyük oğlu Artakserksis tahta geçmiş ama Kiros adlı küçük kardeş tahta çıkan kardeşi II Artakserksise (M.Ö. 404-358) karşı isyan etmiş ve tahtı ele geçirmek için ordu toplamaya başlamıştı. Kiros Kral olan kardeşi Artakserksis’e karşı sefere hazırlanıyordu.Yunanlı bir ordu toplayıp 10 bini aşkın savaşçının katıldığı İran seferini başlatmıştı. Sonuçta Ksenefon, Milattan önce 401 tarihinde Pers kralının oğlu Kiros’un komutanlığında, Kral ikinci Artakserksis’e karşı sefere katıldı. Ksenefon’un Ellinika adlı kitabı, III. kitap, I. bölüm). Kiros komutanlığındaki bu sefer M.Ö. 6 Mart 401 tarihinde bugünku Manisa ilinin Salihli ilçesi yakınlarındaki Sardes şehrinden çıkışla başladı. Anadolu’yu boydan boya geçip Babil yakınlarındaki Kunaksa’da 5 Eylül 401 tarihinde iki pers kral adayı orduları karşı karşıya geldiler. Kunaksa savaşında, ordusu galip gelmesine rağmen, Kiros öldürüldü. Böylece Ksenefon kral adayı ve dostu Kiros’u kaybetti. Yunanlılar savaşı kazanan taraf olmasına rağmen, destekledikleri kral adayı Kiros öldürülmüştü. Bu yüzden de, bir yandan savaşı kazandıkları için galip sayılırlarken, öte yandan da, destekledikleri Kiros öldürüldüğü için mağlup sayılıyorlardı. Kunaksa yenilgisinden sonra memleketlerine dönmek üzere yola çıkan Helen askerlerinin kumandanı da öldürüldüğü için 10 bini aşkın Yunanlı asker başsız ve komutansız kalmıştı. Bunun üzerine Ksenefon yeteneği ile kendisini komutan seçtirmişti. Ve Yunanlılar Ksenefon komutasında Yunanistan’a geri dönmeye başladılar. İşte bu dönüş tarihte “Onbinlerin Donüşü olarak” adlandırıldı. (Yunancası “Kiru Anavasi”). Ksenefonun heykeli  Onbinler, donüşlerinde Kurdistandan ve Ermenistan da geçtiler. Komutan Ksenefon da başından geçenleri yazdı. Kiru Anavasi kitabı ortaya çıktı. Kiru Anavasi’nin 4. kitap olarak adlandırılan bölümü, Onbinlerin Kurdistandan geçişini anlatır. Onbinler, donüşlerinde Kurdistandan ve Ermenistan da geçtiler. Komutan Ksenefon da başından geçenleri yazdı. Kiru Anavasi kitabı ortaya çıktı. Kiru Anavasi’nin 4. kitap olarak adlandırılan bölümü, Onbinlerin Kurdistandan geçişini anlatır. Yunanistana geri dönen ordunun Kurdistana giriş tarihi: Milattan Önce 14 Kasım 401 idi. 20 Kasım’a kadar Kurdistan içerisinde yol alan ordu, 21 Kasımda Kendriti Nehri denilen bugünkü Botan çayına ulaştı. Ermenistana girdi.
==KSENEFON VE KURDİSTANDAN GEÇİŞİ == Yazar, filozof, tarihçi ve komutan Ksenefon (Xenophon) Milattan önce 401 yılında yazdığı Anabasis adlı eserinin üçüncü kitabındada Karduklardan sözeder. Yunanlı Xenophon 10 bini aşkın ordusuyla Pers ordusunu yendikten sonra başladığı yolculuktan geri dönerken Kardukların ülkesinden geçer ve Kardukların saldırısına uğradığını anlatır. Mesela: * Kürdlerin kimsenin hakimiyetini kabul etmeden özgür yaşadıklarını yazmış. Onun tarifine göre Karduklar dağlar arasında yaşayan savaşçı bir halktı. Akamenid kralına bağlı değildiler. Onların ülkesinden sonra Ermenistan gelmekteydi. Ksene = yabancı, fon = ses. Ksenefon= yabancı ses, yabancılarla konuşan demektir. Yazar, filozof, tarihçi ve komutan Ksenefon, üçüncü kitabının sonunda değinmeye başladığı Karduklardan bahseder: *Karduklar çok savaşçı ve pek çevik insanlardı, İran Şahının düşmanı olup; ona tabi değillerdir. O kadardı ki Karduklar bir defasında 120 bin kişilik İranın kraliyet ordusu bunların ülkesini işgal etmiş, bir teki bile geriye dönemeden yok olmuştur, sebebide Kurdistanın çok karışık oluşu. Ksenefon, Kardukhların, İranlılardan bambaşka soydan ve onlara çok düşman olduklarını, bir tanık olarak anlatmıştır. Ksenefon dördüncü kitabında tekrar döner ve şunlardan bahseder: *Kardukların ülkesine girdiklerinde düşmanın geçiş yollarını kapamamaları için sessiz ve hızlı bir şekilde ilerleme düşünceleri olduğunu yazmış. *Kardukların toplanarak öndeki askerlere saldırdığını bazılarını öldürdüğünü ve diğerlerinide yaraladıklarını ve bu saldırının kendilerini sürpriz bir şekilde yakaladığını yazmış. Eğer Kardukhlar daha büyük bir rakamla bu saldırıyı yapsalardı ordusunun büyük bir bölümünün yokedilmiş olacağını anlatmış. *Kardukların çok iyi savaşçılar olduğunu, ellerinde boyları büyüklüğünde yayları ve uzun okları olduğunu yazmış. Mükemmel okçu olduklarını ve yayları gererlerken sol ayağı ile yayın ağaç kısmına basıp kirişi gerdiklerini belirtmiş. Kürd oklarının büyük ve kuvvetli olduğundan Yunan askerlerinin kalkanlarını ve göğüs zırhlarını delip geçtiğini ve askerleri öldürdüğünü yazmış. Kürd oklarının bu özelliklerinden dolayıda Yunan askerlerinin o okları yerden alıp mızrak yerine geri fırlattığıı yazmış. *Sapan kullandıklarını yazmış. Taş, ok ve sapanlarla bir nevi gerilla savaşı yürüttüklerini yazmış. Hep beraber saldırdıklarında , hep bir ağızdan, saldırı marşı biçiminde bir marş söylediklerini yazmış (Kürdçedir herhalde). * İşgal sırasında Kardukların çoluk çocuğunu alarak dağlara çekilip işgalciye karşı direndiklerini yazmış. Kürd köylerindede epeyce bakır eşya olduğunu yazmış. *Karduklarin dağlarda ateşler yakarak, bu ateşlerle biribirleriyle haberleştiklerini yazmış. '''NOT: KSENEFON İ.Ö 401 YILINDA GÖRDÜĞÜ KÜRDLERİ ANLATIYOR.''' * Kürd köylerinde, Kürd evlerinin çok güzel olduğunu, bol yiyecek bulunduğunu ve bu evlerde bolca şarap bulduklarını, şarap saklama sarnıçlarının sıvalanmış iyi sarnıçlar olduğunu yazmış. Kürdlerin çok modern ve gelişmiş bir toplum olduğunu anlatmış. *Kürdlerin geçiş yollarını tıkadıklarını ve üstlerine tonlarca ağırlıkta kayalar attıklarını ve askerlerinin paramparça olduğunu, bazılarının öldüğünü diğerlerinin kol ayakların koptuğunu anlatmış. Birkaç çarpışmadan sonra Ksenefon anlaşma önerdiğini, ölü Yunanlılar’ın cesetlerini istediğini anlatmış. Kürdlerinde, Yunanlılara “evlerimizi yakmazsanız ölülerinizi size teslim ederiz”, dediklerini yazmış. Tarihteki ilk Kürd-Yunan anlaşması. Bu anlaşma yapılırkende tercüman kullanılmış herhalde: Yunanca - Kürdçe. *Anlaşmaya rağmen görüşmeler daha bitmeden Karduklar yeniden taşlar yuvarlamaya başlarlar. Yürüyüş ertesi gün Karduklar’la savaşa savaşa devam eder. *Nihayet Yunanlılar “Kurdistan” ile Ermenistan’ı ayıran sınır olan Centrites Nehri‘ne (Ancient Turkey kitabının yazarı Seton Lloyd’a göre bu nehir Dicle’nin doğu kolu olan modern Botan Irmağı’dır) ulaşır. * Kurdistandan 7 günlük geçiş süreci boyunca hiç uyuyamadıklarını ve sürekli savaştıklarını, çok sayıda silahlı Karduklar’ın saldırıları altında çatışarak Kurdistandan çıktıktan sonra rahat bir uyku uyuyabildiklerini yazmış. Sonraki yürüyüşleri Ermenistan içine devam etmiş. (IV. Kitap, s. 287-91). Bu haritada Ksenefon’un anlattığı Kurdistan ve Ermenistanı ayıran sınır. Dicle’nin doğu kolu olan modern Botan Irmağı Van Gölünün altındaki uzun koludur.  Ksenefonun izlediği yol  Kürdler bu sınırların diğer yerlerindede yaşıyordu tabiki. Ksenefonun anlattıkları özellikle Kurmanci Kürdleri olabilir. Ermeniler bu bölgeye eskiden Trakya-Balkan bölgesinden göç ettikleri ıspatlandı. Frigce ve Ermenice çok yakındır birbirine zaten. Ermeniler oralara daha gelmemişken Ermenilerin yaşadığı yerlerde Kürdler yaşıyordu. *Ksenefon Kürdistandan geçişleri süresinde başlarına gelen felaketlerin, Pers ordusuna karşı savaştıklarında başlarına gelenlerden daha fazla olduğunu yazmış.Ksenefonun 10 bini aşkın ordusuyla çıktığı yolda geri sadece 2 bin asker dönebilmiş. Ksenefon’un “Karduklar" ve “Kardukhia” hakkında kısmen dedikleri bunlardır. Kardukların modern Kürdler’in ataları olduğu görüşü bilim dünyasında kabul görmüştür. ====Etimolojik açıklama==== '''NOT: Ksenefon Kürdlere Kard-ukh-i demektedir.''' Kard: Kürd, demek. Kürdçedeki ‘u’ harfini Yunanlılar telaffuz edemiyorlar. Bundan dolayı da “a” olmuş. “-ukh” eki eski Ermenice çoğul ekidir yani Türkçedeki -LER ile -LAR eki karşılığıdır. Ermeniler Kürdlere Kurd-ukh/Gurd-ukh diyorlardı eski çağlarda bu da Kürt-ler demektir. Yani Ksenefonun kullandığı “Kard-ukh” Kürd-ler demek. Ama Ksenefon bu kelimeye bir de yunanca çoğul eki olan Kardukh-i'yi ekleyerek KARD-UKH-İ’ demiş. Bugünkü Türkçeye de ‘Kard-ukh-lar’ olarak çevrilmiş. '''Yani KARD-UKH-İ “KÜRD-LER-LER” demek.''' Karduklar özellikle Kurmanc Kürtleriyle yakınlık göstermektedir Kürdistan – millattan önce 63 yılı
==KURDUENE KRALLIĞI== Yunanlı tarihçi ve komutan Ksenefon’un (Xenophon) milattan önce 401 yılında yazdığı Anabasis adlı eserinde “Kardukhi” dediği Kürdler tarafından Korduene Krallığı adında kurulmuş bir krallık vardı. Bu krallık Hakkari ve Diyarbakır arasında kurulmuştu. Kurduene krallığı Kürt prensleri tarafından yönetiliyordu. Ksenefonun dediğine göre bağımsız yaşayan bir halkdı ve Akamenid kralına bağlı değildiler. Daha sonra ise Ermeni olduğu sanılan Kral Tigranesin hükümdarlığını kabul etmiş Kürdler. Modern Ermeni tarihçilerinden Nicholas Adontz (Armenia In The Period Of Justinian, 1970) ve Cyrıl Toumanoff (Studies In Christian Caucasian History, 1963)’un görüşlerini de kısaca not etmek gerek. Toumanoff, lokal “Kardukhi hanedanlıkları”ndan, bir “Gordyene Krallığı”ndan ve “Korduene prensleri”nden, 298 yılından sonra onbeş kalesi bulunan Korduene prensliğinde/devletinde Roma kontrolünden sözeder (a.g.e., s. 181-182). Adontz, Tigran’ın ordusundaki etnik gruplar arasında “Gordyen’ler”i de sayar (s. 318), modern Kürtler’in atalarının “Kurti”ler olduğunu söyler. Kürtler Kral Tigranesin ordusunda yer alıp birçok yerleşim yerini o dönemlerde hakimiyeti altına almıştır. Bunlar Mezopotamya, Azerbaycan, Suriye, Kapadokyadır. Kürtlerin orduda yer alması sayesinde Ermeni Kral İmparatorluğunu genişletebilmiştir. Kral Tigranesin Kürt olduğuna dair iddialarda vardır. Tigranes adı Kürtçe kökenlidir. Kürtçede, Tir ve Tigr “Ok” demektir. Bu isim Dicle nehriyle bağlantılıdır. Avrupada Dicleye Tigris denir. –is eki ise Yunanca kelimelerin sonuna gelen ekdir ve –is eki çıkarılınca geriye “Tigr” kalıyor. Yani nehirin ok gibi gidiyor olmasından kaynaklanıyor Dicle nehrinin adı. Yunancada j harfi yok ve yerine g harfı kullanılır, ondan Tij Tig olmuş olabilir. Tij-Tijr-Tig-Tigr-Tigris. Tij-Dij-Dic-Dicle Tij ve Tir kelimeleri Kürdçe kökenlidir; keskin sivri ve ok anlamına gelmektedir. Yani Dicle nehrinin özellikleri. Daha sonra ise Korduene Krallığı Roma imparatorluğunun bir eyaleti oldu ve Romalılar döneminde Kürt prensler tarafından yönetilmeye devam etti. == STRABON == Ünlü coğrafyacı ve tarihçi ''Strabon'' (Latince: Strabo) M.Ö. 63 Amasya'da doğmuştur. Amasya'dan ayrılıp Nil boyunca gezmiştir. Kendisi batıda Sardunya'ya, kuzeyde Karadeniz'den güneyde Etiyopya'nın sınırlarına kadar seyahat ettiğini söylemektedir. En ünlü eseri o dönemin bilgisine göre dünya coğrafyasını anlattığı "Coğrafya"dır (Geographika). Dünyanın ilk coğrafyacısı olarak da bilinen Strabon'un bu ünlü eseri bir çok dile çevrilmiştir. Yunanlı Strabon Geography adlı kitabındada Kürdlerden bahsetmektedir. Geography Of Strabo, 14. Kitap, s. 161-62, Suriye başlıklı bölüm). İngilizce metni: 24. Near the Tigris lie the places belonging to the Gordyaeans, whom the ancients called Carduchians; and their cities are named Sareisa and Satalca and Pinaca, a very powerful fortress, with three citadels, each enclosed by a separate fortification of its own, so that they constitute, as it were, a triple city. But still it not only was held in subjection by the king of the Armenians, but the Romans stok it by force, although the Gordyaeans had an exceptional repute as master-builders and as experts in the construction of siege engines; and it was for this reason that Tigranes used them in such work. But also the rest of Mesopotamia became subject to the Romans. Eskilerin Kardukhi dediği halka kendisi Gord diyor. K>G dönüşümü var. Yunanlılar Kürdçedeki ‘u’ harfini telaffuz edemedikleri için Straboda Kürd yerine Gord demiş. *Dicle nehrinin bulunduğun yerlerin Kürtlere ait olduğunu söylüyor. Gordyaei (Gordyaea) bölgesine de değinen Strabon, bu bölgenin antiklerin “Kardukhi” dedikleri aynı yöre olduğuna işaret eder. Strabon, Gordyaei’ye dahil yerleşmeleri Sareisa, Satalca ve Pinaca şeklinde saymakta, yapı ve kuşatma tekniğinde usta olan Gordyaeiler’in bu sebeple Artaxiad hanedanlığının en ünlü kralı olan Tigranes (Tigran II) tarafından hizmete alındıklarını, Gordyaea ülkesinin en büyük ve en iyi parçasının Roma generali Pompey tarafından Tigranes’e verildiğine işaret etmektedir. Bugün tarihi Kurdistanda bulunan yapıtların önemli bir kısmıda Kürdler tarafından inşa edilmiştir. Ermeni yapıtlarının bazılarınıda Kürdler inşa etmiştir. ==DİON CASSİUS== II.Yüzyılda yaşayan Romalı Tarihçi Dion Cassius’da Kürdistana, “Gordyen” (Gord-Yurdu); 359 yılında, Sasanlılar tarafından Romalıların Amida (Diyarbakır)da kuşatılması sırasında bu şehirde bulunan A.Marcellinus ise, “Korduen” (Kord Yurdu) diyor. Tarihçilerin kullandığı Kard, Kord, Gord ve Gordyaea adları Kürd ve Kürdistan adlarıyla aynıdır. Kürd Yurdu – millattan önce 63 yılı  ==KOMAGENE KRALLIĞI== Kommagene krallığı MÖ 162 - MS 72 yılları arasında Anadoluda bugünkü Adıyaman ili cıvarlarında Kürtler tarafından kurulmuştur. Nemrud Dağı Kürt krallığının en önemli merkezi, başkentiydi. Bu krallığın en ünlü ismi kuşkusuz Kral Nemruddur. Kral Nemrud Kürd olup adıda Kürtçedir. Nemrud kelimesi Kürtçedeki “Namır” kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir ve “ÖLÜMSÜZ” demektir. Yani Nemrud ölümsüz kraldır. Bu yüzdendir ki kendisinin heykellerini ve mimari eserlerini Nemrud dağının tepesine kendisini ölümsüzleştirmek için inşa ettirmiştir. Kürtlüğün tüm kriterlerini üzerinde taşıyan yuvarlak tepe, örnek inşa planları ve karmaşık renkli duvarlarıyla dizayn edilmişti. Kürtler'in tüm tarih, gelenek, görenek ve kültür mirasları Kürtçe'nin derinliklerinde gizlidir. Yazılı belgelerde MÖ. 850 yılında görülen krallığın ismi o dönemlerde “kummu” olarak geçer. Kral 1.Antiokhos'un (Tanrılar Dağı) Nemrud dağına yaptırdığı görkemli kutsal alan, kendi heykeli ve herbiri 9 m yüksekliğinde olan Tanrı heykelleri 1987 yılında UNESCO tarafından “insanlığın kültür mirası” listesine alınmıştır. Yüzyıllardır ışık Anadoluya Tanrılar dağı Nemruddan doğar ve tüm dünya uygarlığa uyanır. Kommagen Kralı bir keresinde Asurlulara başkaldırır. Asur kralı Sargon Kommagenleri yener ve yenilen asi kralı: “Tanrılardan korkusu olmayan tanrısız bir adam bu. Sadece kötü planlar yapan bir hilekar,” diyerek suçlar. Kral Sargon’un nitelemesi fazlasıyla öznel görünebilir. Ancak Sargon sözlerine söyle devam eder: “karısını, oğullarını ve kızlarını, malını ve hazinelerini aldım ve son olarak halkını aldım ve onları Mezopotamya’nın güneyine (bugün Irak) sürdüm.” Anlaşılan, yerleşik halkları yurtlarından topraklarından sürmek o zamanlarda da uygulanan bir yöntemdi. ===Komagenenin Tarihi Eserleri===  Gündoğumu ve günbatımının tüm ihtişamıyla izlenebildiği bu tepede, Kommagene Kralı 1. Antiochos kendisi için görkemli bir anıt mezar, mezar odasının üzerine kırma taşlardan oluşan bir tümülüs ve tümülüsün üç tarafını çevreleyen kutsal alanlar inşa ettirmiştir Doğu ve batı teraslarda; sıra halinde dizilmiş blok halinde 8 yontma taşın üst üste oturtulmasıyla oluşturulan 8-10 metre yüksekliğinde muhteşem heykeller, kabartmalar ve yazıtlar bulunmaktadır. Heykeller, bir aslan ve bir kartal heykeliyle başlar ve aynı düzende son bulur. Hayvanların kralı olan aslan yeryüzündeki gücü, tanrıların habercisi olan kartal ise göksel gücü sembolize eder. Heykeller her iki tarafta da şu şekilde sıralanmıştır: Bak haritaya Kurdler kendi baslarina bagimsiz bir halk. Iranian yazan bolgedekiler farsdir. Ki anadoludaki sozde turkler, azeriler ve farslar, grekler,kazbegiler genetik olarak bayagi yakin. 

Orijinali İskenderiye Kütüphanesinde bulunan Selahattin Eyyubi’nin el yazması günlüğünün,
Fransız Gazetesi Genevieve Chauvel tarafından romanlaştırılmış, “Ben Selahattin” isimli kitapta şöyle diyor: “Bunları yazmaya başlamadan önce kendimi tanıtayım.” Evet, Selahattin’in ağzından hep birlikte Selahattin’i tanıyalım.
“Önce, ben Kürdüm. Ramadi aşiretindenim. Bu aşiret, Kürdlerin en eski ve asil aşiretlerinden biridir. Aşiretin yerleşik yeri, Batı Azerbeycandır. Dedem Şadinin babası Mervandan önceki soyumuz üzerine fazla bilgim yoktur. Bizim beşiğimiz sayılan Dovin, 10. yüzyılda Küçük Ermenistan’ın başkenti idi. Buraya İç Ermenistan da diyorlardı. Amcam Şêrkoh ve babam Eyup Dovin’de dünyaya geldiler. 1128’de Dovin Türkmenlerin saldırısına uğradığında, dedem Şadi iki oğlunu ve karısını yanına alarak, canlarını Türkmenlerin acımasız katliamından zor kurtarmışlardır. Türkmenler acımasız bir katliam, büyük bir tahrip ve vicdansızca bir talanla Dovin’i yerle bir etmişler. Bununla birlikte, bizimkiler de bütün varlıklarını Türkmenlere kaptırmışlar, sadece canlarını kurtarabilmişlerdir. Bu katliamdan kurtlan dedem Şadi, Bağdat’ı hedef alarak güneye doğru kaçmaya devam ediyor. Bağdat, o sıralar halifeliğin merkezi ve Selçuklu hanedanlarından Melik şah’ın oğlu Sultan Muhammed tarafından yönetiliyordu. Dedemin eski dostu Behruz da burada vezirdi. Bu Behruz, daha önce Dovin’de bir esirdi. Dedem bunu buradaki esaretten kurtararak, İsfahan'daki Selçuklu sarayında prenslere öğretmen olmasını sağlamıştı. Sultan Muhammed Bağdat’a yönetici olunca, hocası Behruz’u da buraya vezir yapmıştı.” “Bağdat’a vardıklarında dedem Şadi, eski dostu ve Bağdat Veziri Behruz’u görebileceğini ve ondan yardım alabileceğini düşünüyordu. Aile Bağdat’a vardığında doğruca saraya gittiler. Vezir Behruz, dostu Şadi’yi çok iyi karşıladı. Hal hatırdan sonra Şadi olanları Behruz’a anlatıyor. O da büyük bir dikkatle dostu Şadi’yi dinledikten sonra, “Şadi” diyor “Allah seni bana gönderdi. Pek yakında Tikrit’i aldık. Orada yöneticimiz yoktur. Seni Tikrit’e yönetici olarak atıyorum ve bundan sonra senin unvanın ‘Dizdar’ olacak. En kısa sürede Tikrit’e gideceksin, görevine başlayacaksın.” “Tikrit’e geldikten kısa bir süre sonra dedem Şadi öldü. Mezarı Tikrit’tedir. Yerine büyük oğlu babam Eyup geçti. Babama da ‘Necm ed-din’ unvanı verildi. Dinin yıldızı. Babam, Iraklı bir aşiret reisinin kızı El Harimi ile evlendi. Bu evlilikten ağabeyim Şahin şah ve Turan Şah, sonra üçüncü oğul olarak, 1137’de ben dünyaya geldim. Ama tanrı, beni çok ilginç bir şekilde dünyaya gönderdi. Amcam Şêrkoh, vezirin çok sevdiği hukukçu bir gence kızıp, bir kılıç darbesiyle kellesini uçurunca, vezir de babamın bütün yetkilerini elinden alıyor ve “şafak atmadan Tikrit’i terk et, yoksa daha çok kelle uçacak’ diyor. Bunun üzerine bütün aile, hemen yol hazırlıklarına başlıyor. Tam bu sırada, ben annemi sıkıştırıyorum ve kadınlar bölümünde annemin sancıları tutuyor. Şafak atmadan beni bir kundağa beliyor, bir hizmetçinin kucağına tutuşturuyorlar, kervan Musul’a doğru yola koyuluyor. Ancak ikinci günü akşam, kervanın konakladığı yerde benim doğumumu kutluyorlar. Babamın anlattığına göre; çok cılız ve çelimsiz bir çocuk olduğum için, öleceğimi düşünerek, istemeyerek bana Yusuf adını veriyor, ikinci adımı da Selahattin koyuyor. Daha sonraları Selahattin benim birinci adım oldu.” “Babam Eyup Tikrit’ten sürüldükten sonra, hedefi Musul olarak seçiyor ve yoluna devam ediyor. Çünkü Musul’un yöneticisi Zengi babamın çok iyi bir dostu idi. Ben doğmadan önce 1132’de, Tikrit yakınlarında, Zengi Selçuklulara yeniliyor ve kaçıp babama sığınıyor. Babam da, Zengi ve adamlarının canını kurtarıyor ve Musul’a yeniden dönmesine yardımcı oluyor. Aile Musul’a vardığında Zengi, dostu Eyüp’e vefa borcunu fazlasıyla ödemeye çalışıyor. Bize Dicle’nin kenarında büyük bir bahçenin içerisinde, taştan ve çamurdan yapılmış çok büyük iki katlı bir ev verdiler. Musul’un çevresi uçsuz bucaksız okaliptüs ormanlarıyla kaplıydı. Bahçemiz portakal, limon ve diğer bütün meyve ağaçlarıyla doluydu. Annem son derce becerikli ve zevkli bir kadındı. Bin bir çiçekle dolu olan bahçemizi daha da zenginleştirerek gerçek bir cennete çevirdi. Zengi’nin düşmanları da çoktu. İran Selçukluları, Şamdaki Nusayriler, Diyarbakırlı ve Erbilli Kürdler ve batıdan gelen Franklar. Biz Musul’a varır varmaz, babam ve amcam da Zengi’nin ordusuna katılarak Frankları denize dökmeye gittiler. Annem üç oğluyla yalnız kaldı. Benim çelimsizliğime çok üzülen annem, bütün zamanını bana ayırıyor, beni ipek kundaklara beleyerek büyütüyordu. Zengi, Şam ve çevresinde stratejik önemi olan bir çok kaleyi alıyor, bunların en önemlisi olan Baalbek’e babamı komutan olarak atıyor. Babam buraya yerleşir yerleşmez, bizi Musul’dan almak üzere adamlarını gönderiyor. Ben artık büyümüştüm ama babamı hiç görmemiştim ve sesini hiç duymamıştım. Sadece beni ipekli ve kokulu kundaklara beleyen ve güzel sesiyle ninniler söyleyen annemin sesini duymuştum. Baalbek’e vardığımızda, altın takılarla bezenmiş ipek kalpaklı resmi elbiseler içerisinde bizi karşılamaya gelen babamı görünce, korkudan ağladım ve annemin arkasına saklandım. Ayrıca bu heybetli adamın, annemin gözlerine bakarak ağladığını gördüm. Annem de bu heybetli adamı teselli etmeye çalışıyordu. Büyüdükten sonra öğrendim ki, babam bizden ayrı kaldığı üç yıl içerisinde başka bir kadınla evlenmiş, annemin de bundan haberi yokmuş.” “Ben çok güzel bir şehir olan Helipolis’te büyüdüm. Babam buraya bir cami ve sofiler için de bir manastır yaptırdı. Babamı resmi elbiselerinin dışında ve geleneksel Kürd kıyafetlerinin içinde görebilmek için, hep ikindiyi beklemek mecburiyetindeydim. Amcam Şêrkoh, ağabeylerime savaş oyunlarını öğretmeye başladığında, ben çelimsiz halimle onları kıskanırdım. Bu arada okula başladım. Hocalarım sufilerden oluşuyordu. Okumayı öğrendikten sonra, en çok okuduğum sufilerden Gazali beni etkilemiştir. Bize bu güzel yaşamı sağlayan Zengi 14 Eylül 1146’da öldürüldü. Kısa bir süre sonra Şam’ın büyük ordusu kapımıza dayandı. Amcam Şêrkoh’un girişimleri sonucu çok sayıda Kürd aşireti bizi destekledi. Taraflar büyük kayıplar verdiler. Babama pazarlık yapmaktan başka çare kalmamıştı. Böylece Baalbek eski sahiplerine verildi. Buna karşılık Şam’da bir ev ve arazi aldı, böylece Şam’a taşındık. Amcam Şêrkoh gizlice Zengi’nin adamlarıyla buluşur, Halep yöneticisi Nurettin’e katılır. Burada Franklara karşı başarılı savaşlar yaparlar. Bu da Şam komutanını korkutmaya başladı. Şam’da hocalarım artık Sufiler değildi. Burada matematik, tarih ve coğrafya derslerini sevmeye başladım. Hocam Abu Taman, Kürd dili, tarihi ve geleneklerini bana öğreterek, benim bütün hayatımı değiştirdi ve hayatım boyunca onun etkisinden kurtulamadım.” “24 Temmuz 1148’de sabahı Frank ve Alman birleşik ordusu Şam’ı kuşattı. Bunlar daha önce Kudüs’ü almışlardı, sıra Şam’a gelmişti. Çok kanlı çatışmalar oldu. Franklar, Arapların da biz desteklemeye geldiklerini duyunca, savaşmayı bırakıp kaçmaya başladılar. Savaşı kazandık ama çok sayıda ölü verdik. Bu savaşta büyük abim Şahinşah da hayatını kaybetti. İki küçük oğlu öksüz ve karısı dul kaldı. Babam çok üzgündü. İlk defa bana yaklaşarak başımı okşadı, ‘artık sen benim ikinci oğlumsun’ dedi ve ben çok mutlu olmuştum. Savaştan kısa bir süre sonra vezir öldü. Sultan da babamı komutan olarak atadı. Muhtemel Arap saldırılarına karşı tedbir alıyordu. Artık babam benim atlara binmeme ve savaş oyunlarını öğrenmeme izin vermişti. Ama şunu unutmamam gerekiyordu: ‘Ben bir Kürdüm ve Başkomutanın oğluyum.’ Artık ince bedenim ata binmeme çok uygundu. Bu da beni sevindiriyordu. Halep Komutanı Nurettin, komutanı Şêrkoh’u babama gönderiyor, güçleri birleştirmek istediğini söylüyor. Babam da bunu kabul ediyor. Böylece de Şam Valisi oldu. Ben o zaman 16 yaşındaydım. Sultan, bütün toplantılarında beni yanından ayırmıyordu. Kendisi entelektüelleri, filozofları, düşünürleri, şairleri ve din adamlarını çok severdi. Bunlara sık sık davetler verir, sohbetlerini dinlerdi. Bu davetlere ben de katılırdım. Bazen ava çıkardık; panterleri, geyik kovalayan çıtaları ve aslanları seyrederdik. Mart 1164’te Sultan Nurettin, Generali Şêrkoh’a Kahire Seferi için emir verdi. Amcam Şêrkoh beni yanına çağırarak; ‘Yusuf, sen de benimle geliyorsun’ dedi. Ben o zaman 27 yaşındaydım. 1 Nisan 1164’te Sudan Kapısından Şamdan çıktık. General Şêrkoh, on binlerce Kürd süvariden oluşan ordusuyla gurur duyuyordu. Mayısın başı 1164’te zaferle Şam’a geri döndük. Bu savaşta gösterdiğim başarı, sevk ve idaredeki becerim nedeniyle, Sultan Nurettin beni ‘Şina’ ilan etti. Böylece de 27 yaşımda, koca Şam’ın Emniyet Müdürü olmuştum. Akşamları sufi arkadaşlarımla buluşuyor, saatlerce zikir çekiyorduk. ‘La ilahe illallah’ diyerek, belden yukarısını sallayarak, ruhumuz huzura kavuşuncaya kadar devam ediyorduk. “Ocak 1167’de tekrar Kahire’ye sefere çıktık. Bu sefer General Şêrkoh’un yanında komutan olarak. Ağustos 1167’de Şam’a geri döndük. Buradan da Halep’e Sultan Nurettin’in yanına gittik. Burada zamanımı kuş, çita, panter ve aslan avlamakla geçiriyordum. Halep ovası ve dağları bu hayvanlarla doluydu. Bu arada annem bütün tanıdıkları seferber etmiş, beni evlendirmek için kız arıyordu. Benim için o kadar çok seçenek vardı ki; mavi gözlü Kürd kızları, yeşil gözlü Suriye (Nusayrili) kızları ve siyah gözlü Arap kızları. Ben de sonunda, asil ve mavi gözlü bir Kürd kızını tercih ettim. Çünkü evimize en uygun olanı o idi. Şemsê ile nişanlandık. Aralık 1168’de Franklar, Kahire’de yaptığımız anlaşmayı bozmuşlar ve Kahire’yi yeniden işgal etmişlerdi. Sultan beni çağırdı; ‘acele Şêrkoh’u bul’ dedi. Ben Şêrkoh’u bulduğumda; ‘6000 Kürd süvariyi çoktan hazırladım bile’ dedi. 2000 süvari de Halep’te hazırdı. Bunların arasında Türkmenler de vardı. Amcam çok istemesine rağmen, bu sefere katılmak istemiyordum. Ama yine de katıldım. 4 Ocak 1169’da Kahire kapılarına dayandığımızda, Franklar bizimle savaşmayı bile göze alamadılar, çekilip gittiler. Böylece, Şêrkoh hiç kan dökmeden Kahire’yi teslim aldı. Fatımi Halifesi bize çok büyük ilgi gösterdi. Ama, vezir Şavar ikiyüzlünün biriydi. Biz Kahire’den ayrılınca, yeniden Frankları çağıracağı haberini aldım. Amcamın karşı çıkmasına rağmen, vezir Şavar’ı öldürdüm. 18 Ocak 1169’da Şêrkoh kendisini Kahire’ye vezir ilan etti. 23 Mart 1169’da, akşam yemeğinden sonra banyoya giren Şêrkoh, kalp krizinden öldü. Çok üzüldüm, artık ben her şeyimi kaybetmiştim. Derhal Halep’e dönmek istiyordum. 26 Mart 1169’da Fatımi Halifesi, beni Şêrkoh’un yerine vezir atadı. Bu işte gönülsüz olmama rağmen, çok zorluk çekmedim. Çünkü daha önce Şêrkoh için şehrin idaresini ve memurlarını hep ben ayarlamıştım. Ben 32 yaşında, artık küçük Yusuf değildim. Çünkü artık Mısır’ın Veziri Selahattin olmuştum. Ağustos 1169’da kardeşim Turanşah, diğer kardeşlerimi ve Şemsê’yi de alarak, Kahire’ye yanıma geldiler. Burada Şemsê ile evlendim. Şemsê çok güzel bir Kürd kızıydı. Ay gibi yüzünü, yay gibi kaşlarının altındaki mavi gözler süslüyordu. İnce uzun boylu, sarı saçları beline kadar iniyordu. Sanki başından aşağı bal süzülüyordu. Şemsê beni çok mutlu etti. Haziran 1170’te oğlum El Abdal Ali’yi doğurdu. İlk defa baba oldum. Daha sonra çok çocuklarım oldu. Nisan 1170’te babam Eyüp de Kahire’ye geldi. Onu İskenderiye Komutanlığına, kardeşim Turanşah’ı Yukarı Nil Komutanlığına getirdim ve diğer kardeşlerime de Mısır’ın idaresini paylaştırdım. Eylül 1171’de Bağdat’ta Halife El Mustarut öldü, yerine oğlu El Mustazi geçti. Sultan Nurettin’e karşı çıktı. Çünkü Kahire’de hala Abbasilerin siyah bayrağı dalgalanıyordu. 200 yıldan beri, Mısır’da bir Şii Fatımi Halifeliği vardı. Biz aile olarak Şafiiydik. Buradaki Şii Fatımi Halifesine dokunmak istemiyordum. Çünkü el yakıyordu. Ayrıca, beni Vezir yapan da Fatımi Halifesiydi. Sonunda, 14’üncü Fatımi Halifesi hastalandı ve öldü. Önemli bir olay da kendiliğinden çözüldü. Halife öldüğünde 21 yaşındaydı. Arkada 4 dul kadın, 11 erkek ve 4 kız evlat, 152 hizmetçi, muhteşem bir saray ve bir servet bıraktı. Sarayın kütüphanesinde 200 binden fazla kitap vardı. Kasadaki 2 milyon dinarın talan edildiği söylendi. Bu servetin bir kısmını ben aldım ve önemli bir kısmını Sultan Nurettin’e gönderdim. 15 Mayıs 1174’te sultan Nurettin kalp krizinden öldü ve geride sadece 11 yaşındaki oğlu Melik Salih İsmail’i bıraktı. Böylece bana yeni ve çok önemli görevler düşmüştü. Çünkü Araplar bu fırsattan yararlanarak, Şam’ı ele geçirmeye çalışıyorlardı. Ben derhal Şam’a hareket ettim. Böylece Şam yönetimini ele aldım. Suriye’deki bütün kaleleri ele geçirdim. Hatta kısa bir süre önce, Nurettin’in Kılıç Aslandan aldığı Konya’yı, Ermenilerden aldığı Malatya’yı bile ele geçirdim. Sonunda Halife Mustazi, beni Suriye ve Mısırın Sultanı ilan etti. Şubat 1177’de İskenderiye’ye geri döndüm. Oğullarım El Abdal Ali ve El Aziz Utman da yanımdaydı. Çocuklar denizi görünce çok sevindiler. Benim amacım, güçlü bir bahriye oluşturmaktı. Elimizdeki gemileri yenileyip ve yenilerini yapmaktı. Bu iş için, Ürdün Dağlarındaki sonsuz ormanlar, bize istediğimiz kadar ağaç veriyorlardı.” Selahattin, 4 Mart 1193’te, 55 yaşında Şam’da öldü. Aynı gün cenaze defnedildi. Daha sonra büyük oğlu El Abdal Ali bir anıt mezar yaptırdı. Selahattin geriye 17 erkek, bir de kız çocuk bıraktı. Öldüğünde geriye kalan bütün serveti 17 dinar ve 1 altından ibaretti. Çünkü elde ettiği bütün serveti askerlerine, onların çocuklarına ve dullarına dağıtıyordu. Bütün dünyanın tanıdığı bu büyük tarihi Kürd kahramanını en az da Kürdler tanıyor. Çokları Selahattin’i bir İslam savaşçısı olarak tanısalar da, bu doğru değildir. Selahattin’in Kürdlüğü hep ön planda olmuştur. Bu kısa yazıda, Selahattin’in ağzından, Selahattin’in bu yanını anlatmaya çalıştım. Yoksa Selahattin’in 55 yıllık yaşamını anlatmak için, 55 cilt bile az gelir. Not: İslam Ansiklopedisine göre; Selahattin Eyyubi 1138’de doğdu, Şubat 1193’te 14 günlük bir hastalıktan sonra öldü.
KÜRDİSTAN MEDENİYETİN BEŞİĞİDİR"
"Kürdistan medeniyetin beşiğidir" sözleri duygusal bir iddiâ değil, bilimsel bir gerçektir. Bu coğrafya hem risâlet, hem de medeniyet yurdudur.
TewrâtŽta, hayatın Hz. Adem ve Hz. Havva ile beraber Dicle – Fırat arasında başladığı yazılıdır. Yine Nûh Tufanı Kürdistan topraklarında başlamış, Hz. Nûh dünyayı bu coğrafyadan başlayarak yeniden kurmuştur. Hz. İbrahim, Hz. Eyyub burada yaşamış, Arap YarımadasıŽndan sonra İslâmŽa giren ilk coğrafya Kürdistan olmuştur. Urartular, Medler burada yaşamışlardır. Dünya medeniyetlerine öncülük eden Mezopotamya medeniyetleri bu topraklarda kurulmuştur.
Kürdistan coğrafyasının, "medeniyetin beşiği" olduğuna dair ciltler dolusu kitap yazılabilir. Yazılıyor da.
Türkiye KürdistanıŽndaki yerleşim birimlerinin, il, ilçe, nâhiye, köy ve mezrâların, dağ, göl, nehir, çay ve hatta köprülerin bügünkü isimlerinin "asimile" isimler olduğunu, bunların Kürtçe olan gerçek adlarının zorla atıldığını ama yöre halkının günlük hayatlarında halen bu gerçek isimleri kullandıklarını sanırım hepimiz biliyoruz. , KürdistanŽın peygamberler toprağı, medeniyetler beşiği olduğuna dair bügüne dek yapılan ve bundan sonra da yapılacak olan bilimsel ve araştıral çalışmalara "misqale zerretîn" katkıda bulunmaya çalışamaliyiz..
Üzerinde yaşadığımız coğrafya, köklü bir tarihî geçmişe, zengin bir medeniyet yelpazesine ve semiz bir kültür birikimine sahiptir. Bilhassa Kürdistan coğrafyası ve Mezopotamya bölgesi tarihin ve medeniyetin beşiği, ilim ve kültürün kaynağıdır.
İran İslâm Devrimi’nin en önemli fikir ve aydınlanma öncülerinden ve 20. yy’da yetişen en büyük düşünürlerden biri olan İranlı Şehîd Dr. Ali Şeriâtî, "Medeniyet ve Modernizm" isimli, sadece İslâm dünyasında değil, Batı’da da oldukça ses getiren kitâbında, şöyle diyor:
"Düşündürücüdür. Batı, iki nehir arasından ( Mezopotamya ) hiç bahsetmiyor. Çünkü bahsetse, geliştirdiği bütün teoriler boşa çıkacaktır. İki nehir arası, medeniyetin ve kültürün beşiğidir. Kürtler, iki nehir arasının bir odağıdır."
Aynı kitâbında Şehîd Ali Şeriâtî, Batı Medeniyeti’nin kökeni olan Yunan Medeniyeti’ni Kürdistan’dan Yunanistan’a göç eden Kürtler’in kurduğunu iddiâ etmektedir.
Biz bahsetmek istiyoruz. Batı bahsetmiyor diye bizim de bahsetmememiz gerekmez. Zira biz ne Batı’yız, ne de iki nehir arasının dışındayız.
Yunanlılar’ın "Mezopotamya", Araplar’ın "el-Cezîre", İslâm tarihçi ve coğrafyacılarının "Behr’un- Nehreyn", Kürt şâir ve edebiyâtçılarının "Gülistan", Şerefhan’ın "cînlerin yurdu", Tewrat’ın "yeryüzünde hayatın başladığı yer", bir zamanların İngiliz Sömürge Bakanı’nın "dünyanın en güzel ülkesi", Ali Şeriâtî’nin "iki nehrin değil, iki cephenin ( Tewhîd – Şirk ) birlikte aktığı yer" dedikleri, benim ise "denize kıyısı olmayan ada" dediğim Kürdistan coğrafyasından biz bahsetmeyeceğiz de, kim bahsedecek?
Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölgeye "Mezopotamya" deniyor. Yunanca olan bu isim, "iki nehir arasındaki ülke" anlamına gelir. Araplar buraya "el-Cezîre" derler. Bu kelimenin anlamı "yarımada" olup, iki nehir ( Dicle – Fırat ) ile çevrelenmiş olan coğrafya, bir "ada" görüntüsü aldığı için böyle adlandırılmıştır. Araplar, Yukarı Mezopotamya’ya "Cezîre’tul- Kûrdî" ( Kürt Cezîresi ), Aşağı Mezopotamya’ya ise "Cezîre’tul- Erebî" ( Arap Cezîresi ) derler. Bu coğrafyaya İslâm tarihçilerinin verdiği isim ise daha bir şiirseldir: "Behr’un- Nehreyn" Yani, "iki nehir denizi".
Kürdistan coğrafyasındaki yerleşim birimlerinin masa başında uydurulan ve şu anda kullandığımız yapay isimleri, bu yerleşim birimlerinin köklü tarihî geçmişini, zengin medeniyet yelpazesini ve semiz kültür birikimlerinin üzerini "yarısaydam" bir örtüyle örtüyor.
Bu yerleşim birimlerinin, il ve ilçelerin, dağ ve nehirlerin, bölgelerin eski gerçek adlarını incelediğimizde, toprağın altındaki zengin hazineyi "faltaşı gibi açılmış" gözlerimizle çok rahat bir şekilde görebiliriz. "Peygamberler diyârı" olan Kürdistan coğrafyasının tarihi, insanlığın tarihiyle yaşıttır.
Şırnak vilâyetimizin gerçek ( eski ) adı "Şehr-i Nûh" olup, "Nûh’un Şehri" demektir. Bugün kullandığımız "Şırnak" ismi, bu "Şehr-i Nûh" isminin evrilmiş şeklidir. Şehir, binyıllar boyunca "Şehr-i Nûh" adıyla yaşadıktan sonra "Şırnak" adını almıştır.
"Şehr-i Nûh" ( Şırnak ), ismini Hz. Nûh ( as ) Peygamber’den alır. Hz. Nûh ( as ), tufanla birlikte dünyayı yeniden kurduğu, hayat O’nunla yeniden başladığı için "İkinci Âdem" olarak da anılır. Aynı zamanda Hz. Nûh ( as ), "en büyük beş peygamber" olarak anılan "Ulu’l- Âzm" peygamberlerin birincisidir. "Ulu’l- Âzm" olarak anılan peygamberler, sırasıyla Hz. Nûh ( as ), Hz. İbrahim ( as ), Hz. Musâ ( as ), Hz. İsâ ( as ) ve Hz. Mûhâmmed ( saw )’dir.
Tewrat’ta, dünyadaki hayatın Dicle ve Fırat nehirleri arasında başladığının yazılmasını da dikkate alırsak, yeryüzünde hayatın iki defa yeniden başladığını ( Hz. Âdem ve Hz. Nûh ) ve ikisinin de bu coğrafyada gerçekleştiğini kabullenmek durumunda kalırız.
Hz. Nûh ( as ), "İkinci Âdem" olarak anılır. Çünkü "Nûh Tufanı", yeryüzündeki tüm insanlığın ve canlıların yok olmasına sebeb olmuş, sadece Hz. Nûh ( as )’un gemisinde bulunan 80 kişi ile her cinsten birer çift hayvan, sağ olarak kurtulmuştur.
"O’nu yalanladılar. Biz de O’nu ve O’nunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, kör bir kavim idiler." ( Â’râf, 64 )
"Yine de O’nu ( Nûh’u ) yalanladılar. Biz de hem O’nu, hem de O’nunla beraber gemide bulunanları kurtardık ve onları ( yeryüzünde ) hâlifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da ( tufanda ) boğduk. Bak ki uyarılanların sonu nasıl oldu! Sonra O’nun arkasından birçok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara mucizeler getirdiler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye inanacak değillerdi." ( Yunus, 73 – 74 )
Hz. Nûh ( as ), dünyayı yeniden kurduğu için "İkinci Âdem" olarak anılır. Zaten "Nûh", Kürtçe’de "yeni" demektir.
Bilindiği üzere, geçmişteki şahsiyetler, genel olarak namları ve karakterleriyle anılırlar; isimleri ise, yaptıklarından veya özelliklerinden dolayı kendilerine sonradan verilir. Meselâ "Âdem", aslında "insan" demektir. "İdris" Peygamber’in adı da "D–R-S" seslerinden oluşturulmuştur ve "öğretmen" demektir. Bugün kullandığımız "ders, müderris, tedrisat, medrese" gibi kavramlar, "İdris" adıyla aynı köktendirler.
Yine Qûr’ân’daki âyet-i kerîmelere baktığımızda, yalnızca Nûh’a inanan ve O’nun soyundan gelenlerin tufandan kurtulduğunu, yeryüzündeki tüm insanların Hz. Nûh ( as )’un suyundan geldiğini, Nûh’un çocukları olduğunu görürüz.
"Biz yalnız Nûh’un soyunu kalıcı kıldık. Sonradan gelenler için de O’na iyi bir nam bıraktık. Bütün âlemlerden Nûh’a selâm olsun."( Saffat, 77 – 79 )
"Ey Nûh ile birlikte ( gemide ) taşıdığımız kimselerin nesli!" ( İsrâ, 3 )
"Şüphesiz bunda ( Nûh ve kavminin başından geçenlerde ) birtakım ibretler vardır. Hakikaten biz deneriz. Sonra onların ardından bir başka nesil meydana getirdik." ( Mü’mînun, 30 – 31 )
"Şehr-i Nûh", yanı şimdiki adıyla "Şırnak" vilâyetimiz, yeryüzünde kurulan ilk şehirdir, ilk yerleşim birimidir. Bizzat Hz. Nûh ( as ) ve O’na inananlar tarafından ( toplam 80 kişi ) tufandan sonra kurulmuştur.
Bazı kaynaklar, Nûh tufanından hemen sonra, Hz. Nûh ve inananların kurduğu bu ilk yerleşim biriminin, Şırnak’ın yakınında olduğunu söylerler.
Hayret vericidir: Bugün Şırnak’ın yakınında, eski adı "Heyştêyan" ( Kürtçe "seksenler" ) ve yeni adı "Seksenler" olan bir köy vardır. Ayrıca Hz. Nûh ( as 9 Peygamber’in kabri de bugün Şırnak’ın Cizre ilçesindedir.
Cizre’nin eski adı "Cezîra Botan" ( Botan Cezîresi ) olup, buradaki "Cezîre", Arapça’da "yarımada" anlamındadır. Dicle Nehri bu ilçenin etrafında hilâl gibi bir kavis çizerek aktığı ve ilçeye "yarımada" görüntüsü verdiği için ilçe bu adı almıştır.
Yine hayret vericidir ki, Qûr’ân-ı Kerîm’de Nûh Tufanı anlatılırken, bir yerde "nehir" olgusuna vurgu yapılır:
"Biz de derhal nehir gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık." ( Qamer, 11 )
Yüce kitâbımız Qûr’ân-ı Kerîm’de Nûh Tufanı anlatılırken, Nûh’un gemisinin Cûdi Dağı’na oturduğu belirtilmektedir ki, Cûdi Dağı, Şırnak ( Şehr-i Nûh ) vilâyetimizdedir:
"( Nihayet ) ‘ey yer suyunu tut ve ey gök tut’ denildi. Su çekildi, iş bitirildi ve ( gemi de ) Cûdi’ye oturdu. Ve ‘o zâlîmler topluluğunun canı cehenneme!’ denildi." ( Hûd, 44 )
Görüldüğü gibi Cûdi Dağı’nın adı Qûr’ân-ı Kerîm’de nominal zikredilmekte, anılmaktadır. Asıl hayret verici olan husus ise, bu dağın adıdır. Zira Cûdi adı bile, öyle açık ve net bir şekilde Nûh Tufanı’nı hatırlatmaktadır ki, gerçekten heyecan vericidir.
"Cûdi" adı, Kürtçe bir ad olup, "cû" ( yer, sığınılacak yer ) ve "di" ( gördü, buldu ) sözcüklerinden oluşmuştur ve "kendine sığınacak bir yer buldu" demektir. Evet, "Cûdi" kelimesi Kürtçe’de bu anlama geliyor ve bu isim bile, Nûh’un gemisinin, onca tufandan, su ve dalgalardan sonra bu dağın üstüne oturup batmaktan kurtulmasını anlatıyor. Cûdi Dağı’nın adı bile tek başına Nûh Tufanı’nı ve Nûh’un gemisini anlatıyor.
Yüzyıllar değil, binyıllar boyunca "Şehr-i Nûh" adını taşıyan şehre "Şırnak" adını verenler Türkler değil, Ermeniler’dir. Bu isim Ermenice ( Hayca)’dir ve ne anlama geliyor, biliyor musunuz? Söyleyeyim; "gemi şehri"... "Şırnak" ismindeki "nak" sözcüğü Ermenice’de "gemi" demektir.
Eğer şaşırmadıysanız ve "ne var bunda?" diyorsanız, size daha ilginç birşey söyleyeyim o zaman: 13.yy’a kadar Ermeniler de Nûh’un gemisinin Cûdi Dağı’na oturduğuna inanıyorlardı ve Ağrı Dağı ile ilgili iddiâlar Ermeni metinlerinde ilk olarak 13.yy’dan itibaren yer almaya başladı. Bu ise bilimsel değil, tamamen "siyasî amaçlı" idi.
Türkçe’de "Ağrı Dağı", Kürtçe’de "Ararat" ve Ermenice’de "Masis" denen dağa ne yazık ki Farsça’da çok hatalı bir şekilde "Kuh-i Nûh" ( Nûh Dağı ) denilmektedir.
Gaziantep ( Dîluk ) ilinin Nizip ilçesinin esli ( gerçek ) adı "Belqıs"’tır ve kraliçe Belqıs’ı çağrıştırıyor. Bu ilçeye bağlı Karkamış nâhiyesinin gerçek ( eski ) adı ise "Gılgameş" olup, adını en meşhur Kürt efsanelerinden biri olan Gılgameş Destanı’ndan alıyor. Gılgameş, Hz. Nûh ( as ) Peygamber’in beşinci kuşaktan torunudur.
Hz. İbrahim ( as ) Peygamber, bildiğimiz gibi Şanlıurfa ( Rîha )’lıdır ve bir mağarada doğmuştur. Şanlıurfa’nın gerçek ( eski ) adı olan "Rîha" adının "İbrahim" adından geldiği söylenir.
İbrahim’in bir mağarada doğduğunu söyledik. Bu mağara bugün halen ziyaret edilmektedir. Gerçekten bir bağ var mıdır yoksa tamamen bir tesâdüf müdür, bilmiyoruz, ama "İbrahim" adının gramatik açılımını yaptığımızda, karşımıza şöyle ilginç bir tesbît çıkıyor: Kürtçe’de "bra" sözcüğü "kardeş" demekken, "him" sözcüğü de "mağara" anlamına gelir. Bu durumda "İbrahim" ( ya da "brahim" veya "bra-i him" ), "mağaranın kardeşi" demektir.
İbrahim’in amcası ( veya babası ) olan "Azer"’in adı Farsça’da "ateş" demektir. Azer, bir görüşe göre İbrahim’in babası, bir görüşe de amcasıdır. Tuhaftır, "eb" veya "ap" sıfatını Araplar "baba
Qûr’ân-ı Kerîm’de Azer için "İbrahim’in babası" denilir:
"İbrahim, babası Azer’e: ‘Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum,’ demişti.”
( En’âm, 74 )
Hz. İbrahim ( as )’e her türlü işkence ve eziyeti yapan, O’nu ateşe attıran Nemrûd’un oturduğu saray, yani krallık merkezi, bugünkü Adıyaman ( Semsur ) vilâyetimizin sınırları içindeydi. Bugün bile Adıyaman’da bir dağın adı Nemrûd Dağı’dır. Hatta bu dağdaki büyük insanbaşı heykelinin Nemrûd’a ait olduğunu söyleyenler bile var.
Nemrûd, Allâh’a karşı isyanda, şirk ve zulümde çok ileri gitmişti. Öyle ki "ilâhlık" taslıyor, "ölümsüz" olduğunu iddiâ ediyordu. İslâm kaynaklarının bize aktardığına göre Nemrûd, insanlık tarihinde "ölümsüzlük" iddiâsında bulunan, kendisinin "ölümsüz" olduğunu iddiâ eden ilk kişidir.
"Nemrûd" adı zaten Kürtçe bir kelime olup "ölümsüz" demektir. Açılımı şu şekildedir:
mır: ölüm
mırın: ölmek
nemrın: ölmemek
omır: ömür
mırî: ölü
mırûd: ölümlü, fani
nemrûd: ölümsüz
mırdar: murdar
Kürtçe bir isim olan "Nemrûd" kelimesi, "mır" ( ölüm ) sözcüğünden türemiştir ve "ölümsüz" demektir. Türkçe’de kullanılan "ömür" ( o-mır ) ve "murdar" ( mır-dar ) sözcükleri, Kürtçe’den Türkçe’ye geçmiş olan sözcüklerdir. Tıpkı, "İbrahim" adını konuşurken bahsettiğimiz ve Kürtçe’de "kardeş" anlamına gelen "bra" sözcüğünün, Kürtçe’ye akraba olan öbür Hint – Avrupa dillerinden Frasça’ya "birader", İngilizce’ye "brother" ve Almanca’ya "bruder" şeklinde geçtiği gibi.
Şanlıurfa ( Rîha ) vilâyetimizin bir ilçesinin adı "Harran" olup, laik rejim yıllardır bu ilçenin adını "Altınbaşak" yapmak için uğraşmaktadır.
Sahi, "Harran" adının nereden geldiğini biliyor musunuz? Söyleyelim: "Harran", Hz. İbrahim’in kardeşinin adıdır. Qûr’ân’da ve İncil’de anılmıyor, Ama Tewrat’ta zikredilmektedir.
Bitlis vilâyetimizin gerçek ( eski ) adı "Zûlqarneyn" olup, adını Qûr’ân’da da ismi zikredilen, ancak peygamber mi, yoksa bir veli mi olduğu bilinmeyen Zûlqarneyn’den alır. "Zûlqarneyn", Arapça bir isim olup "iki boynuzlu" demektir. Allâh-u Teâlâ, Zûlqarneyn’e doğunun ve batının hükümranlığını verdiği için bu isimle anılmıştır.
Batman ( Élîh ) vilâyetimizin Hasankeyf ilçesinin asıl adı "Hesenkehf" olup, adını Qûr’ân’da bahsi geçen Ashâb-ı Kehf’ten alır. Yedi kişiden oluşan Ashâb-ı Kehf, yanlarında Qıtmir adlı bir köpekle, Hasankeyf mağaralarında 309 yıl uyumuşlardır.
Modern bilim, tarihin arkeolojik kanıtlarla bilinen en eski yerleşim biriminin M. Ö. 7800 yıllarında kurulan Filistin’deki Eriha ( Jericho ) kenti olduğunu söylüyordu, ancak 1991 yılında Batman’da yapılan arkeolojik kazılarda, Newalê Çori mıntıkasında M. Ö. 9000 yılına ait bir şehir ortaya çıkartılmıştı.
Diyarbakır vilâyetimizin eski ( gerçek ) adı "Amed" olup, inanışa göre adını Med halkından alır. Medler, bugünkü İran Kürdistanı’nda yaşıyorlardı, ülkelerine "Medya" deniyordu ve konuştukları dil ise Kürtçe’nin Dımılî ( Zazaca ) lehçesine çok benziyordu. Çok büyük bir ihtimalle Zaza idiler.
Medler, M. Ö. 612’de, yönetim merkezi bugünkü Iraq Kürdistanı olan ve "tarihin ilk emperyalist devleti" olarak kabul edilen Asur İmparatorluğu’nu yıkan halktır. Söylendiğine göre, demircilik yapan Kawa’nın önderliğinde ayaklanan Medler, zâlîm ve gaddar Dehhaq ( Ejidehak )’ın krallığındaki Asur İmparatorluğu’nu M. Ö. 612 yılında devirdiğinde, takvimler 21 Mart’ı gösteriyordu ve bugün "Newruz" adıyla kutlanan olay, aslında Asur’un yıkılışıdır.
Kürdistan halkı, Hz. Ömer ( ra ) zamanında, 637 yılında, yani iki cihân güneşi Hz. Mûhâmmed ( saw )’in vefâtından sadece 5 yıl sonra âzîz İslâm dînini benimseyip müslüman oldular.
Kürtler, Araplar’dan sonra müslüman olan ilk halktır. Resûlullâh ( saw )’ın vefâtından üzerinden henüz beş yıl geçmişken İslâm dînini benimsediler. ( 951 yılındaki Talas Savaşı’ndan sonra müslüman olan Türkler’den tam 314 yıl önce )
Kürtler’in İslâm’a girmesiyle, İslâm ilk kez Arap Yarımadası’nın dışına çıktı. Kürtler’in İslâm’a girişi tamamen gönüllü bir şekilde, savaşsız ve kılıçsız oldu. Kürtler’in kılıçtan geçirilerek zorla müslüman yapıldıklarını iddiâ eden ulusalcı – marxist Kürt hareketleri, neredeyse konuştukları her konuda olduğu gibi, bu konuda da utanmadan yalan söylüyorlar.
637 yılında Kürtler müslüman oldular diye ölümden kurtulmadılar, tam tersine müslüman olmakla canlarını tehlikeye attılar. Öldürülmekten kurtulmak için değil, aksine öldürülme ve katledilme pahasına da olsa akın akın âzîz İslâm dînine girdiler. Kürdistan’ın o zamanki siyasî ve stratejik konumuna bakarsak, bunu rahatlıkla görebiliriz:
İslâm’dan önce Kürdistan coğrafyası, doğuda mecusî – ateşperest Pers İmparatorluğu’nun, batıda ise hristiyan Bizans İmparatorluğu’nun egemenliği altındaydı. Bu iki imparatorluk, o zaman yeryüzünün iki süper gücü idiler ve Kürt halkı müslüman olmakla, her iki süper gücü de karşılarına aldılar. Bu iki devletin arasında kalan Kürtler’in müslüman olması "toplu intihar" demekti, ama oldular. Kürtler’in 637 yılında Bizans’a ve Persiya’ya rest çekip "Lâ İlâhe İllallâh – Mûhâmmedun Resûlullâh" demesi, o zamanın şartları içinde, ABD ve SSCB’ye rest çekip 1979’da "Lâ Şarqîyye, Lâ Ğarbîyye – Cumhur-i İslâmîyye" ( Ne Doğu, Ne Batı – İslâm Cumhuriyeti ) diyen İran halkının yaptığının aynısıdır.
Bizans ve Pers gibi iki süper gücün ordularından ve gücünden korkmayan bir halk, Medîne’den at sırtında gelen bir avuç insanın kılıçlarından mı korktular? Güldürmeyin.
İkinci hâlife Hz. Ömer ( ra ) tarafından Medîne-i Münevvere’den Kürdistan’a gönderilen İslâm ve adalet akıncılarının komutanlığını Bekr ibn-i Wail ( rh. a ) yapıyordu. Kürtler müslüman olunca, Bekr ibn-i Wail’in onuruna, Kürdistan’ın merkezi olan Amed şehrine "Diyar-ı Bekr" adını verdiler. Diyar-ı Bekr ( Diyarbekr, Diyarbekir ) adını şehre Arap akıncılar değil, Kürtler’in kendisi verdi. Böylece Kürdistan’ın merkezi olan şehir, Kürt halkına İslâm’ı teblîğ eden ve müslüman olmalarına vesile olan yiğit komutan Bekr ibn-i Wail’in adını büyük bir onurla taşımaya başladı. Ancak 1923’te kurulan laik – kemalist rejim bu ismi atıp, 1937 yılında şehrin adını "Diyarbakır" yaptı.
Sözün burasında, dikkatinizi başka bir noktaya çekmek istiyorum. Bugüne dek belki de hiç kimsenin farkına varmadığı, hiçbir platformda dile getirildiğine şâhîd olmadığım bir hususu ilk defa ben tartışmaya açıp polemik konusu yapacağım. İster tasdîk edilsin, ister karşı çıkılsın, ama kamuoyunda tartışılmasını istiyorum. Şöyle ki:
1923’te yeni rejimin kurulmasıyla birlikte "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi"ndeki bütün yerleşim birimlerinin isimleri değiştirilip masa başında uyduruk Türkçe isimler verilmişti. Buna karşın yeni rejimin "Diyarbekir" adını ortadan kaldırmak için özellikle 1937 yılını seçmesi manidardır.
Bölgenin merkezi olan bu şehrin taşıdığı "Diyarbekir" ismi, bu coğrafyanın ve Kürt halkının İslâmî kimliğini sembolize ediyordu. Çünkü bu isim bu şehre, Kürt halkının İslâm ile şereflendiği 637 yılında verilmişti ve İslâm dâvetini Kürdistan’a taşıyan sâhabe Bekr ibn-i Wail’in adını taşıyordu. Laik rejimin bu isme ve bu ismin şahsında bölgenin İslâmî dinamiklerine düşman olması anlaşılırdır elbet. Laik rejim "Diyarbekir" adını ortadan kaldırmakla, bölgenin İslâmî yapısına darbe vurmayı amaçlıyordu. Acaba bunu yapmak için 1937 yılına kadar, yani 14 sene özellikle mi beklediler? Kürtler 637 yılında müslüman olmuştu ve bunun anısına bu şehre "Diyarbekir" adı verilmişti. 1937’de ise bu büyük dönüşüm tam 1300 yaşına giriyordu. İslâm’a düşmanlıkta hiç kimsenin gerisinde kalmayan kemalist kadrolar, "637 yılının rövanşını almak" psikolojisinde olduklarından mı bunu yapmak için 1937 yılına kadar beklediler?
Konumuza devam edelim...
Elâzığ ( Mezrâ ) vilâyetimizin Karakoçan ( Dep ) ilçesine bağlı "Okçular" ( Oxçîyan ) köyü, Selçuklu ordusunun okçu kuvvetlerinin komutanı Okçu Yusuf’un adını taşır. Köyü bizzat kuran, Okçu Yusuf’un kendisidir.
Okçu Yusuf, büyük İslâm komutanı Selâhaddîn-i Eyyubî’nin torunudur. Selâhaddîn Eyyubî İmparatorluğu’nun kuruluşunda askerî komutanlık yapmış bir Kürt’tür. Okçu Yusuf aynı zamanda Şadî âşîretinin kurucusudur. Dünyaca ünlü Mewlânâ Celâleddîn-i Rumî, O’nun eli altında büyümüştür. ( Okçu Yusuf ile ilgili daha geniş bilgi için bir önceki yazımıza bakılabilinir. )
Elâzığ vilâyetimiz, eskiden Harput ( Xarpıt )’a bağlı küçük bir mazrâ olduğu için adı "Mezrâ" idi. Osmanlı pâdişâhı Abdulâzîz tarafından imâr edilip kentleştirilince "Abdulâzîz’in imâr ettiği yer" anlamında "Mâmuret’ul- Âzîz" adını aldı. Bu isim sonra kısaca "El- Âzîz" ( Elâzîz ) oldu. Laik rejimin "Elazık" yaptığı isim söylene söylene "Elâzığ" şeklini aldı.
Kayseri’nin Bünyan ilçesinin eski adı "Hâmîdîbünyan" olup, Osmanlı pâdişâhı II. Abdulhâmîd’in adını taşır.
Erzurum vilâyetimizin eski ( gerçek ) adı "Kalikala"’ dır. 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya giren Türkler’in bu şehre yoğun olarak yerleşmesiyle birlikte, Kürtler buraya "Türk toprağı" anlamında "Erz-i Rom" dediler ( Kürtçe’de Türk’e "Romî" denir ). Bugün kullandığımız "Erzurum" adı, bu "Erz-i Rom" isminden gelmedir.
sonuç olarak kurdistan medeniyetin beşigidir diye biliriz..ama suan param parca halkı surgunlerde dili yasaklanmışş...bir hal halk...
KÜRDİSTAN İSYANLARİ
Kürdistan'da çikan isyanlar
1806, Baban Aşireti, Abdurrahman Paşa İsyanı
1833-1837, Mir Muhammed (Soran) İsyanı
1838 1. Han Mahmud İsyanı
1842 - 1847 2. Han Mahmud İsyanı
(son döneminde Bedirhan Beyle ittifaken)
1843-1847 Bedir Han İsyanı
1855, Yazhan Şer İsyanı
1878-1881, Şeyh Ubeydullah Nehri İsyanı
1919-22, Simko (Ismail Ağa) İsyanı
11 Mayıs 1919, Ali Batı İsyanı
21 Mayıs 1919, Mahmut Berzenci İsyanı
6 Mart 1921, Koçgiri İsyanı
4 Eylül 1924, Beytüşşebab İsyanı
13 Şubat 1925, Şeyh Said İsyanı
10 Haziran 1925, Nehri İsyanı
7 Ağustos 1925, Reşkotan-Raman İsyanı
Kasım 1925, 1. Sason İsyanı
16 Mayıs 1926, 1. Ağrı İsyanı
21 Ocak 1926, Hazro İsyanı
7 Ekim 1926, Koçuşağı İsyanı
26 Mayıs 1927, Mutki İsyanı
13 Eylül 1927, 2. Ağrı İsyanı
7 Ekim 1927, Bıcar İsyanı
6 Temmuz 1929, İt Resul İsyanı
20 Eylül 1929, Tendürek İsyanı
26 Mayıs 1930, Savur İsyanı
20 Haziran 1930, Zilan İsyanı
21 Temmuz 1930, Oramar İsyanı
7 Eylül 1930, 3. -İsyanı
24 Ekim 1930, Pülümür İsyanı
Eylül 1930, 2. Mahmut Berzenci İsyanı
Kasım 1931, Şeyh Ahmed Barzani İsyanı
Ocak 1937, 2. Sason İsyanı
21 Mart 1937, Dersim İsyanı
“27 Kasım 1978 tarihi, Kürdistan tarihinde çok önemli bir yere sahip. Kuşkusuz 27 Kasım, tek başına ele alındığında her hangi bir günden başka bir anlam ifade etmez. Ancak öncesi ve sonrası gelişmelerle birlikte ve bir bütünlük içinde ele alındığında, simgesel anlamda, önemli bir tarihsel dönemece tekabül eder bu türkiye'de adeletsizlik, varken bu isyanlar, bitmez.
|
|
|
|
|
|
| | | |