.
  Secme yazilar
 

Acı duyuyorum-A.Miroğlu

Kandil de gerillaya karşı, uluslar arası yasalara göre kullanılması muhtemelen yasak olan yeni tip imha bombaları deneniyor.Kürdistan da analar dövülüyor, yerlerde sürükleniyorlar.Nevrozlarda ortalıkta dolaşan çocukların kolları kırılıyor. Gözaltında, genç kızlara en hafifinden copla tecavüz ediliyor. Yurt dışında sözüm ona demokratik ülkelerde bile kürtlerin üzerine köpeklerle yürünüyor. Kürtler, zorla kriminilize edilmeye en azından gösterilmeye çalışılıyor. Ve ben bunları izlemekten büyük acı duyuyorum.

Yüzyıllık sürgünlerde doğduk. Çocukluğumuz; kimliğimizi anlayamadan, gençliğimiz; söyleyemeden geçti. Yaşlılığa doğru adım attığımız bu çağımızda yurtdışında bile rahat tanıtamadık kendimizi. Türkiye'de zoraki, yurtdışında da kaçınılmaz bir gönüllülüğe dayalı bir asimile süreci yaşadık, yaşıyoruz. Ve ben, '' bizden sonraki nesil ne olacak'' sorusunu cevaplayamamanın acısını duyuyorum. Vatansızlığın verdiği bir acı bu. Vatansız ne dil, ne kültür, ne de milli kişilik tamamlanabiliyor. Bunu yaşamanın acısını duyuyorum.

Ülkede Kürt kökenli insanlar yaşamın her alanında yerlerini figüran olarak almışlar. Türkücüsünden, polisine kadar, rektöründen imamına kadar. Ceplerini doldurmak için hergün binbir takla atarak kraldan çok kralcılığı oynuyorlar. Sanatcı geçinen bazı kişilerin; Kürt halkının acılarına en ufak bir duyarlılık göstermedikleri gibi; zaten tekel olan Türk ordusuna paralar bağışlamalarından daha çok insanımızın bunları görüp halen tavır almamalarından acı duyuyorum.

Yurt dışında bazı belediyelere, kimi siyasi partilere hatta bazı yerlerde parlementoya dahi girmiş Kürtlerin halka karşı yapılan bu uygulamalara gıklarını bile çıkarmamalarından acı duyuyorum. Katledilen, onuru çiğnenen kendi halkına karşı bu kadar duyarsız olmalarından acı duyuyorum. Ne katıldıkları partiler içinde nede görev aldıkları kamu kuruluşları nezdinde bir protesto yada aydınlatıcı bir açıklamama yapmamalarından acı duyuyorum.

Güneydeki kimi Kürt politikacıların; sanki ayrı halklarmış gibi davranmaları, gerçekten mümkünmüş gibi gibi sadece kendilerini kurtarmaya çalışmaları ve bunu büyük parçadaki kardeşlerini en hafif deyimle düşman taarruzuna terkederek ve şimdilik izole yoluyla destek sağlamalarından acı duyuyorum. Düşmanın aynı oyunu asırlarca açık bir şekilde oynadığı halde bundan ders çıkarmamalarından acı duyuyorum. Bağımsızlıktan vazgeçmelerini, Kerkük konusunda geri atmalarını ne Türkiye, ne İran, nede Suriye tarafından güdük olmadıkça bir federasyon olarak dahi kabul edilmediklerini ve edilmeyeceklerini anlamamalarından acı duyuyorum. Kendilerinin Türkiye tarafından tanınmak için her şeye hazırlarmış gibi bir tavır sergilemelerinden acı duyuyorum. Öte yandan Kuzeydeki küçük partilerin devekuşu gibi başlarını kuma gömmeleri, ilerde düşmanın sanki kendilerini muhatap alacağını umar gibi sessiz ve tepkisiz beklemelerinden acı duyuyorum.

Savaşan partinin halen diplomatik alanda bir çalışma yapmaması, eleştirilen yönleri konusunda acaba haklılık payı varmı sorusunu tartışmaması ve net olmayan hedefin yarattığı kısır döngünün bir ilerlemeye yol açmadığını görmemelerinden acı duyuyorum. Ulusal bir çizginin bu günkü Dünya ve Kürdistan koşullarında demokratik-sol çizgiye ters düşmeyeceğini anlamamaları, bu noktada durmalarının mı acaba diplomasi ve dayanışma alanında gittikçe daha izole olmalarına yolaçtığı şüphesini duymaktan acı duyuyorum.

Kardeş bildiğimiz, eşit temelde beraber ortak bir vatanda yaşamaya hiç bir itirazımızın olmadığı Türk Halkının demokratik sol güçlerinin; şovenizmin yedeğinden bir türlü kurtulmadıklarını görmek acı veriyor. Halkımıza karşı yapılan hakaretin büyüklüğüne bu denli sessiz kalmaları acı veriyor.

Politikanın çıkarlara dayalı olarak yürütüldüğü dünyamızda, koskoca ve zengin bir ülkeye sahip olupta o ülkenin diplomasi ve destek anlamında işgalciler tarafından başkalarına peşkeş çekilmesinden acı duyuyorum. ABD ve AB nin iki yüzlü bir politika yürütmelerinde bu çıkarların etken olduğunu bilip, Kürtlerin ortak bir hedefte birleşemeyip güç olamaması dolayısıyla, bırak ekonomik olarak politik olarak bile AB ve ABD gibi ülkelere dayatacak ortak bir alternatife sahip olamamanın çaresizliğinden acı duyuyorum.

Bu kötü gidişata nasıl engel olunabilir, Kürtlerin birliği nasıl sağlanır, geliştirici ortak bir politikaya nasıl ulaşılır sorusuna cevap aranacağına; birbirlerini yerden yere vuran, ölürüm de taviz vermem diyen o kürt aydınlarını okumaktan daha bir acı duyuyorum. Şu anda karamsar bir ruh haline sahip olmaktan dolayı ''ne yapılabilir '' sorusuna cevap verememekten de acı duyuyorum.

A.Miroğlu

Navdarén Kurd

Cengiz APAYDIN

Geçen hafta Doz Yayınları tarafından Kürt Ünlüleri /Navdarén Kurd/ Kurdish Notables adında biyografik ve görsel bir kitap yayınlandı. Adından da anlaşıldığı gibi üç dilde yayınlanan bu eser geç kalmış Kürt uluslaşmasının değirmenine su taşıyan bir çalışma niteliğinde. Yani amaç egemenler tarafından hasır altı edilmiş olan Kürtlerin dilsel, edebi, kültürel ve siyasal gelişimlerine hizmet etmiş değerli Kürt şahsiyetlerinin hayatlarını ve tarihsel- kültürel rollerini bir nebze de olsa okurun dikkatine sunmak.

Kürt uluslaşmasının geç kalmışlığının nedeni Kürtlerin üzerinde yaşadığı coğrafyanın siyasal, iktisadi ve stratejik öneminin yanı sıra, bunu engellemeye çalışan Türk, Fars ve Arap milliyetçiliklerinin önemli bir payı vardır. Bence Türk milliyetçiliğinin Kürtleri ve tarihlerini yok saymasının ve tarihlerinin üzerine bir örtü çekip onları asimile etme çabalarının Kürt aydınlanması ve modernleşmesinin dolayısıyla da uluslaşmasının önündeki en önemli engellerden biri olduğunu düşünüyorum.

İttihat ve Terakki içindeki milliyetçi kanat Kürtlerin Türklerle ortak dini paylaştığı gerçeğinden hareketle Kürt nüfusunun Türk nüfusu içinde eritilebileceğini düşünmüş ve bu nedenle önüne böyle bir hedef koymuştu. Türk uluslaşması ve aydınlanması için kapitalist gelişme sürecinin önünü açan İttihat ve Terakki, diğer unsurları Türkleştirerek eleme düşüncesindeydi. Osmanlı tebaalarından Araplar, Ermeniler ve Balkan halkları erken bir tarihte ulusal bağımsızlıklarını elde edip böyle bir talihsiz kaderden yakalarını kurtardılar. Ancak İttihat ve Terakki’nin yenilgisinden sonra iktidara gelen Kemalistler söz konusu projeyi resmi devlet politikası olarak benimseyip Kürtlerin Türkleştirilmesini Alevilerin ise devletin resmi mezhebi olan Hanefi mezhebine entegre edilmesi siyasetini katı bir şekilde sürdürdüler.

Her ulus tarihinde gurur duyacağı büyük sanatçılar, direnişçiler, şairler ve yazarlar yetiştirmiştir. Herkes İsrail uçağını kaçıran Filistinli Leyla Halid’i bilir ancak aynı eylemi Arap Bağdat yönetimine karşı yapmış olan Kürt Leyla Qasım’ı bilmez; Herkes İtalyanların ulusal birliğini savunan Maciavelli’yi, Almanların ulus-devletlerini kurmalarını isteyen Hegel’i tanır oysa daha erken bir dönemde benzer bir düşünceyi Kürtler için savunan Ahmedé Xani’yi pek kimse tanımaz, tanımak da istemez.

Jean D’Arc Fransızlar, Cromwell İngilizler için büyük tarihsel kişiliklerdi ve herkesçe bilinirler ancak Diyarbakır cehenneminde hayatına son veren Mazlum Doğan’ın esamesi bile okunmaz tarih sayfalarında. III. Richard’ın Haçlı Savaşlarındaki rolü bir İngiliz olarak iyi bilinir ama Kürt Selahattin Türk-İslam tarihinde ya Arap’tır ya da kimliksiz. Türkler için İbrahim Müteferrika, İngilizler için Caxton neyse, Hüseyin Hüsnü Mukriyani Kürtler için odur. Bu ve benzeri birçok örnek sıralanabilir. Ancak milliyetlerin ve milliyetçiliklerin karşılaştırılmasının yararsız ve gereksiz olduğunu düşünüyorum.

Şu ana kadar bize anlatılan tarih hep avcı hikayelerinden ibaretti. Ancak bundan sonra aslanların da ağzından kendi tarihlerini, hikayelerini dinleme şansı bulacağız. Aslanlar yenilmiş olanlardır; yoksullardır, mağdurlardır, tarih sayfalarının dışına atılanlardır…

Modernleşme, başka bir deyişle, uluslaşma ortak bir kurgusal tarih ‘icat’ etmek veya toplumu homojenleştirip ‘hayali bir cemaat’ kurmaktan ibaret olduğu varsayılır. Uluslaşmanın gerek modern toplumun ürünü olduğunu ileri süren modernist yaklaşımın, gerekse de etnik olarak bunun her zaman varolduğunu iddia eden primordial (ilkselci) yaklaşımın ‘kutsal sığınağı’ tarih olmuştur. Toplumu tek tipleştirmenin, standartlaştırmanın ortak dil ve kültürü inşa etmenin feodal parçalı yapıyı dağıtmanın ve toplumu bütünleştirmenin olmazsa olmazı kimi zaman tarihsel olayları ve onlara öncülük eden şahsiyetleri hatırlamaktan kimi zaman da unutmaktan geçmektedir. Kürtler de Türk uluslaşmasının ‘arka bahçesindeki ayrık otları’ idiler. Uzadıkça budandılar. Yayınlanan bu yeni çalışma otu yeşertme, büyütme ve insanlığın renkli gül bahçesine Kürt gülünü de eklemeye veya koparılan, ezilen veya yok sayılan bu güle sahip çıkma iddiası taşımaktadır.

Son dönemlerde bir kısım sol-liberal Türk aydını ile onlara eşlik eden ‘hümanist!’ Kürtler uluslaşmanın geçmişte insanlığı çok büyük felaketlere sürüklediği, devletleşmenin beraberinde asimilasyonu ve ‘biz’ ile ‘öteki’yi doğurduğu ve halklar arasında düşmanlık tohumlarını ektiği, bu kadar acı tecrübelerden sonra Kürtlerin uluslaşmaya ve devletleşmeye hiç de ihtiyaçlarının olmadığını tekrar edip durmaktadırlar. Eğer söz konusu yazarlar ve aydınlar mevcut egemenlik sisteminin restorasyonunu düşünmüyorlarsa ve gerçekten bu konuda samimi iseler bizzat tanıklık ettiğim G. Afrika’nın ve G. Kürdistan’ın uluslaşma deneyimlerinin demokrasiye, çoğulculuğa, çok kültürlülüğe ve hoşgörüye nasıl zemin hazırladığını hatırlatırım. Eğer bir halk için modernleşmenin ve aydınlanmanın kolektif olarak tarih sahnesine çıkmanın olmazsa olmazı uluslaşmadan geçiyorsa- ki tüm modern tarih bunu kanıtlar- Kürtler bir halk olarak tarih sahnesindeki yerlerini nasıl alacaklar?

Söz konusu kitabın yazarı ve çizeri daha önceki uluslaşma süreçlerindeki olumsuz deneyimleri hatırlatan, Kürtlerle birlikte yaşayan herkesi Kürtleştirme, coğrafyayı millileştirme ve Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarını sadece Kürtlere mal etme düşüncesinde değiller. Onların amacı yeni bir tarih inşa etmekten ziyade üzerine ölü toprağı serpilmiş olan değerlerini gün ışığına çıkarıp tarihin tozlu raflarında kaybolmalarını engellemektir. Bu konuda şu ana kadar yapılan çalışmalar yetersiz ama Türkiye’deki baskı ve yasak ortamı göz önünde bulundurulduğunda bu anlaşılır bir durum olarak kabul edilebilir.

Şu ana kadar Kürt kurum ve şahsiyetlerini fiili olarak bir araya getirmek, uluslaşmayı ve ortak ulusal siyaseti oluşturmak mümkün olmadı. Bu kitap sağken hiçbir zaman bir araya gelmeyecek kişileri bir araya getirmeyi başardı. Her ne kadar dünyanın en zor işi gibi görünüyorsa da ‘hayali’ yada kitabi bile olsa, Kürtlerin en azından zihinlerde bir araya gelebildiğini ve bu zihinsel kurgunun gerçeğe yansıdığına tanıklık ettik. Somutlaştırayım: bu kitapta ideolojik ve politik olarak tümüyle zıt kutuplarda yer alan Kürtler bir araya getirildi.

Şu ana kadar tüm Kürt parti ve dernekleri kendi doğrularından şaşmadılar ve bunun dışında da kendi yaşam alanlarında kimseye yaşama şansı tanımadılar. Bu kitapta yer alan resimler Kürtkav’da sergilendi ve büyük ilgi gördü. Kürt siyasetinin her yelpazesinden insanların takdirine mahzar oldu. Bu vesileyle Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir anlamlı bir adım atarak resimlerin Diyarbakır Festivali kapsamında Diyarbakır’da sergilenmesi için davetiyede bulundu. Açılan sergiye DTP milletvekillerinin katılması ve Diyarbakır Festivali’nde böylesi bir çalışmaya yer verilmesi, kitapta bile olsa farklı siyasal geleneklerden gelen; Mazlum Doğan, Necmettin Büyükkaya, Mehmet Uzun, Hamreş Reşo, Mele Mustafa Barzani gibi bir çok şahsiyetin bir araya gelmesi kadar anlamlı ve önemlidir.

Uluslaşmaya ve tarihi bellek oluşturmaya hizmet eden bu çalışmanın aynı zamanda siyasal zeminde Kürtlerin bir araya gelmesine zemin ve katkı sunması dileğiyle.

Uzaylı Kürdler

Hejarê Şamil
Hejarê Şamil

Tarih: 13 Mayıs 2008 Salı


 

Geçen hafta Moskova’daydım. Kentten ayrılmadan önceki gün eski arkadaşlarla bir araya geldik. Aramızda şoför, siyaset bilimcisi, işçi, yazar, işadamı, gazeteci, işsiz güçsüz avare, inşaat mühendisi, sosyalist, kapitalist, anarşist, Kürd kökenli Rus milliyetçisi, kısacası her meslekten ve her görüşten insan vardı. Ender bir buluşmaydı.

 

Hepimiz Kürddük, arkadaştık ve kuşkusuz Kürdleri, sorunlarımızı, güncel olayları tartışacaktık. Bunu her kez biliyordu. Arkadaş topluluğuyuz ya… Her kez sansürsüz içini dökecekti. Örgüt değildik, toplantı yapmıyorduk. Birbirimizden yana hiçbir kaygı taşımıyorduk. Söylediklerimizin dedikoduya dönüşmeyeceğinden emindik. İçimizden birisi kalkıp da tartışmayı “toparlamayacaktı”. En erken yorulanın “yatalım arkadaşlar” kelimesine kadar mangalda köz bırakmayacaktık. Öyle de oldu.

 

Moskova’dan ayrıldıktan sonraki üç beş gün boyunca kişi başına iki şişe biradan “yatalım” kelimesine kadar süren “toplantımızda” söylenenler hep kafamı meşgul etti.

 

Nihayet oyunbozanlık yaparak sonuçsuz tartışmalarımızı deşifre etmek kararına vardım. 5 saatlik sohbeti bin, bin beş yüz kelimelik bir yazıya dönüştüreceğim için arkadaşlarımın görüşlerine “ihanet ederek” söyledikleri kelimeleri ve cümleleri keyfime göre cımbızlamaktan başka yol bulamadım.

 

Zaten tartışma “ihanetle” başlamıştı.

 

Şoför arkadaş birasını açıp yudumladıktan sonra tarihi bir kelime sarf etti: Tavanda su dövmeğe başlayalım. Geçen günkü Türk ve Kürd hükümet temsilcilerinin görüşmesinden ihanet kokusu geliyor.

 

İşadamı: Zaten boğazımıza kadar ihanetin içindeyiz. B.. içindeyken yeni b.. kokusunu nasıl alıyorsun, şaşırdım.

 

Sosyalist: Kürd tarihi kahramanlıklar ve ihanetler tarihidir. İhaneti anlamamızı ve algılamamızı sağlayan kahramanlıklardır. Tersi de doğrudur.

 

İşçi: Şex Sait, Şeyit Rıza, Xalid bey Cibranlı ve çokça Kürd önde gelenini Kürdlerin kendileri satmıştı. Satanların kendileri de sattıkları tarafından harcanmıştı. Şimdi değişen satma, satılma olayının kapsamı, boyutudur. Eskide kişiler satılıyordu, şimdi halk satılıyor.

 

İnşaat mühendisi: Allah aşkına bırakın ihanet, kahramanlık hikayelerini. Ölçünüz nedir? Kahramanlığı ve ihaneti hangi ölçüye göre belirliyorsunuz? Kürdlerin öyle bir ölçüsü var mı? Kişiye ihanetle halka ihanet kavramları birbirine karışmış. Gidin halka sorun; bugün kimine göre bağımsız devlet, kimine göre demokratik cumhuriyet, kimine göre de özerklik istemek ihanet olmuş. Başka birisi de hiçbir şey istemeyerek akşam evine bir parça ekmek götürme kavgası verdiği için ihanetçidir. Taales “ölçü, ölçü” derken haklıymış. Kahramanlık-ihanet hikayesi bin yıl önce olduğu gibi, bin yıl sonra da var olacak. Sorunumuz bu değil. Kürd siyaseti, Kürd sorununu sonuca götürmeye en müsait dönemde, yani içinde bulunduğumuz “Kürd yüzyılının” ilk yıllarında akıl almaz bir bunalım yaşıyor. Sorun budur.

 

Gazeteci: Gerçekten de öyle. Ben “İkinci İsrail” söylemine tepki göstermiş, Kürd liderin “Atatürk övgüsünden” dehşete düşmüştüm. Kürdistan Federasyonu başbakanının PKK’yi “terörist” belirlemesine isyan etmiştim. Aynı zamanda PKK’yı Kürdistan devletçiliğini zorlaştırıcı tavırlar sergilememesi için uyarmıştım. Şimdi de PKK’yi ortadan kaldırma emellerine ortak olan Güney Kürdistan yönetimindeki kimi kişiliklere söylenecek söz bulamıyorum. Kendi köklerine sabun suyu akıtıyorlar. Yalpalıyorum mu acaba? Yoksa Kürd siyaseti mi yalpalıyor hep?

 

Yazar: Kendi geçmişimize ve tarihimize layık olmayan bir topluluğuz biz. Bir Fransız, her halk layık olduğu öndere sahiptir, demişti. Çağdaş Kürd halkı ne önderlerine layıktır, ne çağdaş önderlerimiz halkımıza. İki başı da b.. lu değnek elimize tutuşturuldu ve kor dövüşüne sürüldük hep. At izi it izine karışmış. Bu aralar ünlü İngiliz araştırmacı yazarı Andrew Collins’in “From the ashes of angels” (“Düşkün Melekler”) kitabını okuyorum. Baş ayak edilmiş eski dünya tarihini ayakları üzerine oturtmak açısından muazzam bir çalışmadır. Uygarlığa ve insanlığın gelişimine Kürdistan’ın yataklık ettiğini yazıyor. “Bu kitap Kürdistan halkına; uygarlığın beşiğinin koruyucularına ithaf edilmiştir” kelimeleri ile başlayan kitapta devasa araştırmalar sonucunda varılan veciz belirlemeler var halkımızın geçmişi hakkında. Kitabın bir yerinde şöyle diyor: “Dünya halklarının birçok mitolojisinde Tanrılardan gizli bilgileri çalarak insanlara götüren gizemli doğaüstü yaratıklardan bahsedilmektedir. Bu yaratıkların çeşitli isimleri vardır; düşkün Melekler, devler, şahin kafalılar, devasa vücutlular, azman gövdeliler, şeytan yetenekliler. Son dönemlerde bazı araştırmacılar onların uzay kökenli olması hakkında cesaretli hipotezler ileri sürmektedirler. Olamaz mı ki, tüm bu isimler eski çağlarda mevcut olmuş ve kendi gelişmişliği ile tüm diğer insanlık boylarını önemli ölçüde sollamış tek bir kavime (yani Kürdlere) aittir?!” Ve İngiliz yazar 500 sayfalık kitabı boyunca bu tezini ispatlamaya çalışmıştır. Kitabı okudukça gülmem mi, ağlamam mı gerekiyor, kestiremedim. Hem güldüm, hem ağladım. Benim durumum trajikomik durumumuzun bir yansımasıdır.

 

İşadamı: Sen bırak geçmişi. Kendimizi hep geçmişle uyuttuk zaten. El-alem gelecekle yaşıyor. Gazetecimiz yazmıştı; Kuzey siyasetçilerimiz “Kürdistan” kelimesinden ısrarla kaçıyorlar. Dağ başında, yurt dışında “Kürdistan” diye bağırıyor, şehirlerde ülkemize düşmanın uydurduğu “Güney Doğu Anadolu” ya da “Bölge” diyoruz. Üstelik yurdumuzu işgal altında tutan Türkiye’ye ülkemiz demeyi siyaset olarak belliyoruz. Böyle siyaset olmaz. “Kürdistan” kelimesinden vazgeçme, Kürdistan’dan vazgeçmenin ilk adımıdır. “PKK siyasal irademdir” veya “Sayın Öcalan” kelimelerini sarf ettiği için Türk mahkemeleri tarafından yargılananların sayısı “Kürdistan” dediği için yargılarlardan belki bin defa fazladır. Bu öyle bir kocaman çelişkidir ki… Buna eşeği bırakıp palana vurmak derler. Ben her ay “Bağımsız ve Birleşik Kürdistan” için savaşan PKK’ye gönüllü olarak …. bin dolar veriyordum, “Kürdistan” kelimesinden vazgeçtikleri gün musluğu kapattım.

 

Anarşist (işadamına dönerek): Şimdi de bize versene…

 

İşsiz güçsüz avare: Sen de takıldın PKK’ye. Celal Talabani, Noşirvan Mustafa ve Neçirvan Barzani üçlüsü hep “Kürdistan” diyorlar ama Kuzey Kürdistan mücadelecilerine “terörist” yaftası yapıştırmak için fırsat kolluyorlar. Ceplerini doldurmaktan başka da bir dertleri yok. Güneyde ekonomik bir vurgun yaşandığını görmüyor musunuz? ………. cumhuriyetinde siyasal faaliyet yürüten bir arkadaşımız 1996’da yazdığı raporunda şöyle demişti: “Bu topluluğun Kürdçe konuşma ve “Ka Kurdistanım ka!” demekten başka hiçbir Kurdî ve Kurdistanî özelliği yok”. “Kürdistan, Kürdistan” demek bir siyaset olabilir ama bu söylemlerin altında neyin yattığını iyi kestirmek gerekir.

 

Siyaset bilimcisi: Bu da ne demek? “Kürdistan” kelimesinin altında “Kürdistan” yatar! Bu kadar basit. Süzülmeden, kıvırtmadan, erkekçe Kürdistan’a Kürdistan diyeceksin! Babanın sana taktığı isim ne? “Murad” değil mi? “Mirat” desem yer yerinden oynar. Oysaki sen bir kişisin. Söz konusu bir ülke! Bir halkın, ulusun ülkesi! Kusuruma bakma, bu, namuslu ev kadınına “fahişe” demek gibi bir şey.

 

İşsiz güçsüz avare: Git ya!..

 

Kürd kökenli Rus milliyetçisi: Ya, bırakın, kelime oyununu. Gerçekten böyle bir üçlü var mı? Mesut Barzani çokça yansıtıldığı gibi ulusalcı özellikleri ile bu üçlü ile mücadele halinde midir? Mesut’un ve Neçirvan’ın aile kavgasında yaralanması olayları doğru mudur?

 

Anarşist: Ne bileyim. Şimdi CİA, Mİ-6, FSB ajanlığına mı oynayalım? Ayrıntılara takılmayalım. Şimdi ülkemizin yalnız bir parçasını “Kürdistan” sayan ve ülkemizin yalnız bir parçasını “Kürdistan” saymayan iki cenahın dış güçler tarafından ve iç savunma güdüleriyle körüklenen yakışıksız savaşımının tam ortasındayız. Bunların çekememezlik psikolojisinden kaynaklanan kavgaları buzdağını andırıyor. Ama görünenden görünmeyeni çıkartmak olasıdır. Barzaniler Avustralya’da yaşayan bir iş adamını, Rusyalı bir profesörü kabul etmeye zaman bulurken, “Türklerin sınır ötesi operasyonlarına müsaade etmeyin” mesajını götüren Ahmet Türk başınalığındaki DTP heyetini kabul etmeye zaman bulmadı. Günün sorunu bu, abi!

 

İş adamı: DTP’lilerin çoğu “Öcalancıdır” da ondan.

 

İşçi: Sanki Barzaniler Kürdistancıdır?! Öcalan Türkiyeleşmek diyor, Barzanilerin de Iraklılaşmak tezine yattıklarını hissetmeye başlıyoruz. Ne farkı var ki… Bir de ki, “Öcalancı” olanda ne olur? Milyonlarca Kürd Öcalan’a “siyasal irademdir” diyor. Senin Kuzey’de siyaset yürütmek için beğenmediğin Öcalan ve PKK’den başka alternatifin mi var? Bu süreçte PKK’ye saldırmak hiç mi hiç doğru değil.

 

İş adamı: Ben PKK’ye saldırmıyorum, Keko, kabullenmediğim politikalarını eleştiriyorum, bu bir; ikincisi de kendi mekânımızda da mı ağzıma kilit vurduracaksın?

 

Kapitalist: Anasını satayım…

 

İnşaatçı: Öcalan canını kurtarmak için, Güneyliler ceplerini doldurmak için çabalıyorlar.

 

Sosyalist: Abartıyorsun, o kadar da değil. Bir de herkesi aynı kefeye koymamak gerekir.

 

Siyaset bilimcisi: Belirleyici kişilerin tavrı önemlidir ama önemli olan bir şey daha var. Toplumsal tepki! O, bizde yok. Veya tepkilerimiz yanlış istikametlerde yönlendirilir. Kişi tavırlarından öte, varılan ve varılamayan sonuçlar önemli. 2003’te ABD müdahalesinin hemen ardından Güney’de ABD’ye rağmen bağımsız devlet ilan edilebilirdi. O dönemde Amerikanın Kürdlere ihtiyacı vardı, kıpırdayamazdı. Sürece yayardı Kürdlerle çelişkilerini. Siyasetini Arapları, Türkleri ve diğer komşuları sakinleştirmek üzerine kururdu. Kesinlikle! Kürdler bir adım ileride olurdu siyaseten. Kürdler Kerkük’ü kontrol etme şansını yakalar, gerçek bağımsızlığa giden yollar açılırdı. Kaçırıldı. Bunu birkaç kişi dışında kimse yazmadı. Bak, bu; “yaşamına sevdalı Öcalan, cebine sevdalı Güneyliler” belirlemesinden daha önemlidir. Toplum olarak uykudayız, aydınlarımız filkulağında yatıyor. Şimdi Türkiye, ABD ve Avrupa’yı Kerkük konusunda kendi çıkarları temelinde etkilemeyi başardı. Melle Mustafa Barzani’nin “Kerkük Kürdistan’ın kalbidir” vasiyetine ihanet edilmiştir.

 

Kapitalist: Vay be…

 

Gazeteci: Çok “önemli, önemli” dedin. Ama söylediklerin içerisinde en önemlisi yanlış yönlerde kulaçlayan toplumsal tepkimiz/tepkisizliğimiz oldu. Biz, kendini bastıran bir toplumsal gerçeğe sahibiz öte yandan. Ya Öcalan’ın/Barzani’nin yanında, ya karşısındayız genellikle. Talabani’yi de f….. kısmından sayıyoruz. O kadar. “Bağımsızlarımızın” sözlerinin kıymeti-harbiyesi yok. Öcalan/Barzani/Talabani yanlış yapsa bile kendi geçmiş/gençlik tercihlerimize odaklı yaklaşımlarımızdan dolayı kendimizi bastırıyoruz. Bir de Kürdlükten uzak Kürd kökenli milyonlar var. Onların varlığı da bir yandan bastırıyor. Kürdler arasında Türk devleti ile diyalogun oluşacağına, barış siyasetinin tutacağına, onurlu bir birlikteliğin ortaya çıkabileceğine kaç Kürd yürekten inanıyor? Bir elin parmak sayısını geçmez. “Barış”, “diyalog” filan çocuk avundurma hikâyeleridir. Türklerin diyalogdan anladığı, Kürdlerin hangi şartlarda teslim olacağıdır. Akli başında her Kürdün düşünmesi gereken Türklerden nasıl kopabileceğimizdir.

 

Kapitalist: Anasını satayım, öyledir vallah.

 

Sosyalist: Şunu bunu bilmem. PKK giderse, bir PKK daha doğar ama bu süreçte Federal Kürdistan da güme gider. Tek bildiğim bu. Sonra da sil baştan…

 

Şoför: Sizin derdiniz ne? Sanki Kürdistan’ı siz kurtaracaksınız. Öyle konuşuyorsunuz ki… Sanki uzaydan geldiniz. Hamam da, tas da eskisidir.

 

Yazar: Ha, ha! Belki Andrew Collins’in dediği “uzaydan gelen Kürdlerin” 21 yy.a taşınan temsilcileri bizleriz…

 

Kapitalist: Ya, kalkın yatalım yaw…

 

Çözümsüz Denklemler

Hüseyin Turhallı
Hüseyin Turhallı

Tarih: 17 Mayıs 2008 Cumartesi


Yapraklar açıldı.... Kürdistan’ı hem güneş ve hem de barut ısıtıyor. Bu arada pek de alışık olmadığımız sesler-uğultular da yükseliyor.

Neler oluyor gerçekten? Bilen var mı? Varsa beri gelsin!

-Milli Güvenlik Kurulu hükümete Güney Kürdistan’la olan hasmane tavırlardan vazgeçip yapıcı ilişkilere geçmesini bildiriyor! ( 1982 Anayasası MGK kararlarını bildirim olarak tanımlıyor)

Niyetlerden bağımsız olarak yapıcı her ilişki, objektif olarak içinde olumlu bir yön barındırır. MGK bildirimi de!

-Daha önceki hava ve kara operasyonlarında Türkiye’ye karşı tepki gösteren Federe Kürdistan Hükümeti, son bombardımanı suskunlukla geçiriyor. Bu da değişik faktörlerin devrede olduğunu gösteriyor.

- İmralı’da yağmur yağdığında Ankara’da şemsiye açan DTP, söylem değişikliğine gidiyor ve “PKK’nin yürüttüğü silahlı savaşın Kürt davasına zarar verdiği” söylemini geliştiriyor. HAKPAR ve KADEP de bu söyleme destek veriyor.

- DTP Kürdistan’daki toplantılarında “Kürtler Kemalizm’le barışmalı” söylemini artık ana tema olarak işliyor.

- Daha önceleri “PKK bildiğini yapsın! Ben burada düşmanın elinde esirim. Örgütü yönetmem ahlaki değildir!” diyen Öcalan tekrardan görev ve sorumluluk üstlenerek “PKK’yi sınır ötesine çekebilirim” diyor.

- Öte yandan, PKK ile düşük yoğunluklu savaş, ordumuza muazzam eğitim ve donanım olanağını sağlıyor, diyen Türk ordusu, tek bir PKK’li kalmayıncaya dek savaşın devam edeceğini tekrarlayıp duruyor.

- PKK, savaş şiddetlenecek diyor. Gençler Botan’a Özgür vatana, çağrılarını yapıyor.

Tabloyu karmaşıklaştıran iki tutum ve söylem daha var:

- Mesut Berzani Kürtlerin kendi aralarındaki kavgaları geride kalmıştır, diyerek PKK’ye karşı ortak operasyona katılmayı ret ediyor.

- Murat Karayılan da, biz bu dünyada yaşıyoruz. Tabi ki kendi dışımızdaki dünyayı ve güçleri de dikkate alıyoruz/alacağız, diyor. Bu, kendini evrenin merkezinde bir güç olarak tanımlayan PKK’nin irrasyonel (akıldışı) anlayış ve a-politikalardan uzaklaşabileceği anlamına geliyor.

Ve İran doğudan saldırıya geçiyor......!

Demek ki Kürt sorununun çözüm veya çözümsüzlüğüne gitmekte olan lokomotif makas değiştiriyor!

PKK’nin politik mücadele yöntemleri, mevcut siyaseti, savaş tarzı ve uygulamaları eleştirilebilir. Ancak bu eleştiriler bir ulusu yok etme suçunu (jenosid) işleyen Türk devletine karşı PKK’nin yürüttüğü savaşın insanlık mücadelesi olduğu gerçeğini değiştiremez. Şüphe yok ki PKK, insanlık tarihinin en haklı ve meşru mücadelesini yürütmüştür. Buna karşın çağdaş dünyanın dışında kalan siyaset ve uygulamalarıyla lanetlik terörist damgasını yemekten de kurtulamamıştır.

Kürt toplumunun mevcut politik-sosyal realite gerçeği PKK’yi yok ederek yeni bir denklem oluşturulmasına olanak sunmuyor. Buna karşın PKK de gerçekleşebilir politik tutum ve programlar geliştirme yerine, Mussolini faşizminin kopyası olan Kemalizm’i yüceltmek ve jenositten geçmiş Yahudileri suçlamak gibi irrasyonel tutumlara girmekte hala bir sakınca görmüyor!

Uluslararası çıkar dengeleri, güvenlik sorunları, politik oyun ve hileler yapay bir denklemin oluşmasına zemin sunar. PKK’nin politik renk matlığı ve pragmatist tutum tutarsızlığı da böyle bu zemine malzeme sunuyor. Denklemin asli unsuru yerini belirleyemeyince diğer unsurlar da PKK’yi denklemin dışına iterek çözüm üretebileceklerini sanıyor! Oysa ki denklemin bağımsız değişkeni olan PKK, diğer faktörleri de (politik duruş, iç işleyiş, uluslararası konjonktür gibi) dikkate alan bir açılım gösterebilseydi bağımlı değişkenler de kendiliğinden yerli yerine oturmuş olacaktı. Kürt sorunu denkleminin bağımsız değişkeni olan PKK, denklemdeki yerini belirleyemeyince sorunun önünde temel engel olarak algılanıyor.

PKK’nin 1990’lara kadar olan silahlı savaşımı zorunlu ve gerekli bir mücadele biçimiydi. Buna karşı çıkan kişi ve hareketler de Kürt davasında samimiyetten uzaktır. Ancak siyasal şiddetin (serhıldanların) ön plana geçtiği, sosyalist blokun yıkıldığı 90’lar sonrasında silahlı mücadele yöntemi ikinci plana düşmüştür. Zaten silahlı mücadeleyi temel mücadele olarak sürdüren PKK’ de 1992’den sonra gerileme sürecine girmiştir. (PKK 7. Kongre Merkez Komite Raporundan). Bu nedenle yürütülmekte olan savaşın Kürtlere zarar verdiği biçimindeki tartışmalar samimiyetten uzak değildir.

Savaş, toplumsal mücadelelerde sadece bir süreçtir. Toplumsal mücadeleye girişmek isteyen güçler toplumun geçmişini mevcut durumunu ve özlem duyulan geleceğini tahlil ederek programlar oluşturur, mücadele yöntemini belirlerler. Ancak mücadeleyi yürüten öncü güç kitlelere ulaştıktan sonra kendisi olmaktan çıkar ve halklaşır. Halka arz edilmiş ve kabul görmüş politikalarını talimatla değiştirme güç ve yeteneğini de kayıp eder. Talimatlarla oluşturulan programlarla birlikte öncü güç de anlamsızlığa itilir. Her görüşme notundan sonra isim ve program değiştiren PKK’nin anlamakta zorluk çektiği gerçeklik de budur.

PKK, 1999’da savaşı durdurduğunda kitleler Demokratik Cumhuriyet söylemine değil, anlamsız gördüğü savaşı durdurmaya destek verdi. PKK de Öcalan da bunu yanlış değerlendirdi.

Eğer yöntem halka gitmek ise, somut uygulama olarak halkın ezici çoğunluğu (isterseniz siz buna % 99 deyin) bu savaşın bitmesinden yanadır. Ve bu doğru bir tutumdur. Zira PKK ve Kürtlerin temel sorunu artık savaşıp savaşmamak değil, ulusal ve uluslar arası düzeyde meşru ve hukuki kabul görmedir. Kürtler ve politik öncüler bütün enerjilerini terörist damgasının kaldırılmasına yöneltmedikçe savaşmak da silahı bırakmak da çözüm olmayacaktır. Çözümsüz denklemin çözüm sırrı da budur....!


Bizim çözüm önerimiz

Hasan Bildirici
Hasan Bildirici

Tarih: 8 Mart 2008 Cumartesi


Kuzey Kürdistan’ın Kürt sorununun ameliyat masasına alınacağı vaktiler yaklaşıyor. Irk devletinin inkar ve imha rejimi çatırdıyor. Kürt sorununun çözümü demek, Ankara’daki ırk rejiminin çökmesi demektir.

Bunun böyle olduğunu anlamayan ahmaklar, ırk rejimini yaşatarak, restore ederek Kürt sorununu çözeceklerini sanıyorlar.

Hayır, bu mümkün değil. Olanaklı değil. Tek millet, tek bayrak, tek renk, tek dil üzerine kurulu bir rejim Kürt sorununun çözüldüğü yerde yaşayamaz. O zaman devlet, çok dilli, çok renkli, çok kültürlü, çok toleranslı bir devlet olur ki; böyle bir devletin bugünkü ırk devletiyle bir benzerliği kalmaz.

Böyle bir ülkede de Erdoğan Başbakan, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Büyükanıt Genelkurmay Başkanı olmaz.

Şu sıralar Kürt sorununu kimler tartışıyor? Emekli generaller, emekli MİT müsteşarları, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibi Kürtlerin sadece üç kuruş değeri olmayan bireysel haklarından yana olan gazeteciler; maaşını ve ünvanını devlete yaptığı hizmetler karşılığı Türk üniversitelerinden alan; yazılarını Türkiye’nin en gerici gazetelerinde yayınlatan, akşam yemeklerini Gül ve Erdoğan ile yiyen Mehmet Metiner gibi her telde oynayanlar... Geçimini Fethullahçı fonlardan sağlayanlar... Falan...

Peki gerçekten bunların bir Kürt sorunu var mı? Kürt sorununu tartışmak veya çözüme kavuşturmak için bu saydığımız kişiler isabetli referanslar alınacak şahsiyetler mi?

Mücadele eden, acı çeken, ölen, talepte bulunan, hayatının en güzel yıllarını dağlara, sürgünlere ve zindanlara veren; kimsenin Kürt ismini ağzına alamadığı karanlık zamanlarda yaşamını ortaya koyarak Kürt kimliğini meşrulaştıranların hiç biri bu tartışmaların içinde yok.

O zaman çözüm de yok.

Bir sorun hak talebinde bulunanlarla çözülür. Kürt asıllı Türk taşeronlarla ancak Kürt sorununu üzerine geyik muhabbeti yapılır.

Kürtler ne istiyor?

Kürdistan vatanının davasını güdenler öncelikle Türk ırk namlularının enselerinden çekilmesini istiyor. Kürt halkı; Cizre, Botan, Şırnak, Van, Hakkari artık Türk namlusu, topu ve tankı istemiyor...

Kürt halkının tarihte yaptığı en büyük hata, güvenliğini Türk devletine teslim etmek olmuştur. O gün bugündür Türk devleti ve ordusu Kürdistan coğrafyasını ve Kürt nesillerini atış poligonu haline getirmiştir.

O zaman Kürt halkının birinci talebi, Türk ırk namlularının Kürt halkının ensesinden çekilmesidir. Kürdistan’ın en işe yarar yerlerini tutan ve cinayet yuvası haline getirilmiş ordu kışlalarının Kürdistan dışına veya yerleşim yerlerinden uzak noktalara çekilmesini talep etmeden Kürt sorununun çözümünde en ufak bir adım atılamaz.

Sorun çözmek istiyorsak öncelikle dürüst olacağız. DTP, PKK, HPG, diğer Kürt örgütleri; buyursunlar kendi içlerinde gizli bir oylama veya seçim yapsınlar...

Tek sorulu bir pusula versinler oy kullanacak kişilere...

“Bağımsızlık istiyor musun istemiyor musun?”

Oylamaya katılanların yüzde doksanı bağımsızlık isteyecektir...

O zaman Kürt sorunu bir vatan sorunudur, gasp edilmiş Kürdistan’ın kurtuluşu ve Kürt topraklarının Kürdistanlılar tarafından yönetilmesi sorunudur...

Kürdistan, diğer bütün sömürge ve ilhaklarını Birinci Dünya Savaşında kaybetmiş Türk ırkçılığının yayılma, strese atma, kin ve öfkesini giderme alanıdır.

Türk devletinin boyunduruğunu yeni anlaşmalarla kabul etmek, Kürt toplumunun güvenliğini Kürde ölüm ve katliamdan başka bir şey vermemiş olan Türk Sihalı Kuvvetlerine teslim etmek, tıpkı şimdi olduğu gibi, kuzunun güvenliğini aç kurt sürüsüne teslim etmek gibidir...

 

Maaşını Tarikatlardan, Türk-İslam faşizminin yayıcısı Fethullahçılardan, Türk kurum, medya ve televizyonlarından alan taşeron Kürtlerin, Kürt sorununun çözümünde bir rolleri olmayacaktır. Bu dolandırıcı tiplere dayalı çözüm tartışmalarının tümü, 85 yıldır Türk ırk namluları altında yaşamaktan bıkmış Kürt halkı tarafından reddedilecektir. Irk devletinin Kürdistan’nın tüm hücrelerini vurduğu vakitlerde de devlet desteğiyle ağa-paşa gibi yaşayanları bir de çözüm vaktinde tepemizde göreceksek, lanet olsun böyle bir halk ve ulus mücadelesine!

Eğer Kürt sorununun cidden çözümü isteniyorsa, yan yana veya birlikte yaşadığımız topraklarda inkar, imha ve cinayetlerden sonsuza kadar kurtulmak isteniyorsa bunun tek bir yolu vardır:

Önce Kürtlerden nihai olarak taleplerini ve çözüm önerilerini netleştirmeleri istenir. Ya da kimsenin istemesine gerek kalmadan Kürtler tarihlerinde ilk kez bir araya gelir ve isteklerini netleştirir.

Kürtlerin çeşitli partileri, grupları ve tanınmış şahsiyetleri vardır... Bunların bir araya gelmesi olanağı sağlanır... Yüz kişilik bir tartışma platformu oluşturulur örneğin. İçinde DTP, PSK, HAK-PAR, PKK, HPG ve diğer gruplardan temsilciler olur. Kürt İslamcıları da temsil edilir... İsmail Beşikçi, Yaşar Kaya, Murat Bozlak ve bağımsız bir noktada duran diğer aydın ve siyasetçilerden insanlar da bu platforma dahil edilir.

Kürt halk temsilcileri, bir haftalığına, geniş konferans salonları olan bir otele kapanır. Günlerce tartışır. Anlaşmazlık olduğu zaman Barzani’den uzlaşma sağlanması istenir... Strateji ile ilgilenen Kürt uzmanlardan bilgiler alınır. Olasılıklar değerlendirilir. Bir haftanın sonunda Kürtler, Türk tarafına işte bizim özlediğimiz, istediğimiz Kürt çözümü budur diyebilecekleri kısa bir metin çıkarırlar.

Kürt talebi, Türk devletine iletilir. Devlet de Kürt talebi üzerine tartışır, düşünür.... Kabul edebilecekleri ve edemeyecekleri noktaları belirler... Daha sonra iki tarafın beşer kişilik müzakere gurubu anlaşmazlık noktaları üzerinde tartışırlar.... Özerklikte mi, federasyon mu? Yoksa anlaşma olmaz da başka şeyler mi olur?

Çözüme giden yol budur.

Bunun dışındaki yollar Türk ırk devletinin bir çok özelliğini koruyarak, Kürt sorununu çözmeye çalışmak anlamına gelir ki; Kürtler bu tür mayınlı yolları 85 yıldır yürümek ve ölmekle eskittiler...

Ve yeniden isyan ettiler...

Destursuz abdest

M.Salih Erol
M.Salih Erol

Tarih: 6 Mayıs 2008 Salı


Farkındayım...

Son zamanlarda yazdığım yazıların çoğu aynı temayı işliyor; Kürtler arası kavga ve bu cehennem olasıca kavganın ahaliye verdiği tahribatlar.

Okuyucu değişikliği sever, eğer herkesin söylediklerine paralel birşeyler söylemişseniz yazdıklarınızı kale almaz. Buna, “aynı şeyleri tekrar tekarar yazmak, intihara kalkışmak gibi birşeydir” de denilebilir. Bunu bildiğimden, bir konuda çok kelâm edilmişse, parlak birşey bulmadıkça o konuda kelimelere yazık edip birşeyler döktürmem. Dolayısıyla bazılarının “benim kemikleşmiş okuyucu kitlem var” demesi eskilerin deyimiyle külliyen buhtandır.

Aynı konuyu defalarca işlediğinizde okuyucu, annesine pişirdiği yemekten dolayı isyan eden çocuğun “yine mi pilav?” demesi gibi, “yine mi aynı konu?” diye içten içe yazara isyan eder. Çoğu itiraf etmez ama ben edeyim; Yazı yazan kişi ile biskletiyle hava atan çocuğun ruh hali acaip derecede birbirine benzer. İkisi de ilgi ister, ikisi de gururu okşansın ister, ikisi de farkına varılsın ister.. Bana inanın; Kocaman kocam teoriler geliştiren o put duruşlu ciddi adamların hepsi ilginin yüzü suyu hürmetine yazarlar, değilse tek satır yazı yazmazlar. Hatta, yazmak yerine gider pazarda domates-biber satarlar. Buna “yazar, bir nevi artisttir” de denilebilir.

Bu hafif meşrep girişin sebebine gelince;

Bu yazı bir tekrar yazısıdır. Ama, bile bile yapılan bir tekrar. “Yine mi aynı konu?” demeyin. Kürtlerin önündeki adamlar, ihtiraslarından vazgeçmedikçe aynı pilavı ısıtıp ısıtıp sunmaktan öteye şansımız yok...

İzleyenleriniz olmuştur...

32. Gün Program’ında 301. madde kapsamında Türklüğü tartışıyorlardı. Faik Bulut’la birlikte iyi şiir yazma dışında hiçbir meziyeti olmayan, karmaşık teoriler mimarı İsmet Özel ve bir iki Türkçü vardı. İyi şiir yazma dışında bir numarası olmayan İsmet Özel diyordu ki; “Ben herkesten üstünüm. Çünkü; Türküm.” Bunu, Faik Bulut’un kendisine getirdiği bir eleştiri üzerine söyledi, hamde kemimelerin belini kıra kıra. Kürt olmaktan yana bir gocuntum olmadığı gibi, Kürt olmak benim için bir övünme aracı da değil . Hiçbir Kürdü başka bir ırkın mensuplarından üstün görmediğim gibi, aşağıda görmem. İnanırım ki; herhangi bir etnitisitenin mensubu olarak dünyaya gelmiş olmak ya da kadın ve ya erkek olarak doğmuş olmak gibi doğuştan getirdiğimiz özellikler övgü ya da gocuntu gerekçesi olamaz/olmamalı.

Ama...

Konuştuğunda nefesi şiddet ve küfür kokan İsmet Özel’in lafları “batmadı” desem yalan olur...

Türkiye’de yirmi küsür milyon Kürt var. Hepsi bir anda işese, İsmet Özel kafalı, huzur ve kardeşliğe düşman, farklılıkların ucunu hergün biraz daha kötüye doğru sivrilten, tek tip elbiseye alışkın, kendinden başka kimseyi göremeyecek kadar zavallılaşmış ve faşist beyinleri sidikleriyle boğarlar. İşte, ikide bir Kürt politikacılara “kavga etmeyin, uzlaşın, mızıkçılık yapmayın, asgari müştereklerede birleşin..” dememizin sebebi bu.

Yani;

Ayırım yapmadan söylüyorum; Politikacılarımızın, savunmasız, ağza alındığında dili yakan, zavallılaştırılmış bir Kürtlük yaratmış olmaları acaip derecede ağır bir duygu. İşin bu noktasında “ iyi de kardeş, Kürt halkının böylesi bir kadere sahip olmasının sebebi Kürt yöneticiler değil ki!” diyecek olanlara, derim ki “Geçmişte hayata dair bütün damarları kesilmiş Yahudi halkının tarihlerine ve o halkın Yahudi yöneticiler tarafından yeniden nasıl yaratıldıklarına bakın!” Izdırap verici, ama, Kürtlerin deyimiyle; “jı bo xelqê masi dıgre, jı bo xu kusi” (başkası için balık tutar, kendisi için kaplumbağa) mantalitesine sahip Kürtler yüzünden, Kürt birliğinden medet ummak, ölünün dirilmesini umut eylemek, gibi birşeye dönüştü. Yazık...

Kendi içinde beraberliği sağlayamamış, kendi temel sorunlarını karşılıklı tartışamayacak kadar ruh hastalığına yakalanmış, her unsuru ayrı bir saz çalan Kürt mahallesinden olmak, İsmet Özel gibi zikzaklı bir yaşama sahip, gel-git kafalı adamlar karşısında suspus olmaktan daha zor.

Destursuz abdeste giden domalarak taş ararmış. Korkumuz odur ki, Kürt siyaseti birgün uyandığında dem eski dem olmayacak.

         AHMET ALTAN-ATAKÜRT KÖŞE YAZISI     (17 Nisan 1995)

--------------------------------------------------------------------------------

Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı...
Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı...

“Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi...
Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık.
Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık...

Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı...

Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık...
Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı...

“Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.
İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık.
12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı...

Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık...

Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik?
Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk?
Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış.
Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor:
- Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği?
Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.
Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?

Değmez diyenler “demokrasi” istiyor işte.

Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat?

 
 
 

-
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol